🍷 Maide 44 Tefsiri Ibni Kesir

İbni Abbas ve Tavus b. Keysan (ö.106) gibi bazı kişilere dayandırılan bir görüşe göre, Maide suresinin 44. ayetinde tekfir edilenlerin küfrü Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkâr etmek anlamında, insanı dinden çıkaran bir küfür olmayıp, nimete nankörlük etmek anlamındadır. Bölümü Mustafa el-Bab’ı 0.100 de bulunan Muhyiddin Arabi (r.a.) Tefsir-i Kebir’inin Tercümesidir. KİTSAN KİTAP Basın Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Tel. 0212 513 67 69 Faks: 0212 511 51 44 www.kitsan.com 3. Meryem oğlu İsa: “Allahım!.. Rabbimiz!.. Bizim üzerimize sema’dan bir maide / sofra inzal et de bizim için (İbni Kesir Tefsiri) Şeyh Sıddık Hasan Han şöyle diyor: Huzeyfe'den sahih senetli şöyle bir rivayet vardır: "Maide: 44,45,47 ayetleri Huzeyfe radiyallahu anh'nun yanında zikredildiği zaman bir adam; "Bunlar israiloğulları hakkında nazil olmuştur, hükmü bizi kapsamaz." dedi. Huzeyfe'de; "beni İsrail size ne güzel kardeş oldu. İbni Kesir Tefsiri) Şeyh Sıddık Hasan Han şöyle diyor: Huzeyfe’den sahih senetli şöyle bir rivayet vardır: “Maide: 44,45,47 ayetleri Huzeyfe (ra)’nun yanında zikredildiği zaman bir adam; “Bunlar israiloğulları hakkında nazil olmuştur, hükmü bizi kapsamaz.” dedi. CelaleddinMahalli & Suyuti. Tefsir'ul-Celaleyn. 864. Celaleddin Mahalli & Suyuti (Türkçe) Tefsir'ul-Celaleyn. İbniKesir: Şuarâ Suresi 111. Ayet Meali Maide 44; Bakara 179; Bakara 216; Rahman 33; Furkan 74; Zümer 53; Kuran Tefsiri; Namaz Zamanı 2el İbn Kesir Büyük Kuran Tefsiri (1.hamur - 10 Cilt Takım)İbn Kesir Büyük Kuran Tefsiri Şamua - 10 Cilt Takım 170,00 TL M46Fsm. بســـم الله الرحمن الرحيم "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/44 "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/45 "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/47 Bu dinin, zorunlu kıldığı bir gerçek vardır. Allah'ın şeriatına itaat etmek, O'nun Resulü'ne tabi olmak ve O'nun indirdiği kitapla yönetmek ve yönetilmek gerçeği... Bu, İslam'ın getirdiği tevhid akidesinden kaynaklanıyor. İnsanların kulluk yapacakları, emirlerine uyacakları, şeriatını uygulayacakları, değerlerini ve ölçülerini alacakları, hükmüne başvurup sonra da razı olacakları uluhiyetin birliği... İnsanların hayatında ve bütün ilişkilerinde hakimiyeti Allah'a veren otoritenin tekliği... Çünkü kainatın üzerinde yegane egemen güç tek başına Allah'tır. İnsan bu koca kainatta bağımsız bir varlığa sahip değildir. Yüce Allah, gizli kapalı hiçbir şey bırakmamıştır. Hayatta karşılaşacakları problemlere çözüm bulmak için başka bir kaynağa muhtaç bırakmamıştır kullarını... "Size kitabı açıklanmış olarak indiren O'dur." En'** Sûresi, 6/114 Buna rağmen insanın Allah'tan başkasının hükmüne ihtiyacı var mı? "Size kitabi açıklanmış olarak indirdiği halde, Allah'tan başka hükmedici mi arayacak mışım?" Bu, Resulullah'ın lisanı ile yöneltilen kınama amaçlı bir sorudur. Ve bu soru hiçbir konuda Allah'tan başkasının hükmüne gerek olmadığını göstermektedir. Her konuda hakimiyetin yüce Allah'a ait olduğunu ve O'nun birliğinin kabul edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Hayatın hiçbir meselesinde Allah'tan başkasının hükmüne imkan vermeyen kesin bir vurgulamadır bu... Bu kitap, yüce Allah'ın hakimiyetini ve uluhiyetini temsilen, insanların ihtilaf ettikleri meselelerde aralarında hükmetmek için indirilmiştir. Sonra bu kitap, hayat nizamının ikamesi için gerekli illeri içerecek şekilde açıklanmış olarak indirilmiştir. Aynı şekilde bu kitap, insanların ekonomi, ilim ve hayatın sair yönlerinde ihtilaf ettikleri sorunların çözümü için gerekli detaylı hükümleri de kapsamaktadır. Bunlarla da anlaşılıyor ki başka bir hükme başvurmaya gerek bırakmayacak şekilde apaçıktır Allah'ın kitabı. Yüce Allah'ın bu kitapla vurguladığı gerçek budur. Bundan sonra dileyen şöyle söyleyebilir "Beşeriyet sürekli gelişme kayd etmektedir, bu nedenle ihtiyaç duyduğu şeyleri bu kitapta bulamamaktadır." Bunu söylerken de şunu da beraberinde söylemelidir "Ben bu dine inanmıyorum, Allah'ın dediğini yalanlıyorum..." Allah'ın şu sözü ise meseleyi daha güzel açıklıyor "Ey Rasul, ağızlarıyla inandık diyen, kalpleriyse inanmayanların küfre koşuşmaları seni üzmesin..." Maide Sûresi, 5/41 Böylece sorunun özü ortaya konmuş oluyor... Bir tek ilah vardır ve yalnızca bir tek malik vardır. Buna göre, bir tek hükmedenin, bir tek kanun koyucunun ve bir tek tasarruf sahibinin bulunması gerekir. Sonuç itibariyle, bir tek şeriatın, metodun ve kanunun olması zorunludur. Demek ki, Allah'ın indirdiklerine tabi olmak, itaat etmek ve onunla hükmetmek imandır, İslamdır. Allah'ın indirdiklerine karşı çıkmak O'ndan başkasıyla hükmetmek küfürdür, zulümdür, fasıklıktır. Bu, Allah'ın bütün insanlardan bağlılık sözü aldığı ve bütün resulleri onunla gönderdiği dinin kendisidir. Muhammed ümmeti ve ondan önceki ümmetler bu din üzere olagelmişlerdir. Allah'ın dini, onun indirdikleriyle hükmedilmesidir. Bu, Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin göstergesidir."La ilahe illallah" ın hayata yansımasıdır. Allah'ın diniyle, O'nun indirdikleriyle hükmetme arasındaki kaçınılmaz gereklilik, sadece Allah'ın indirdiklerinin, insanların kendi yanında koyduğu sistemlerden, yasalardan, nizamlardan ve prensiplerden daha iyi olmasından kaynaklanmıyor. Bu, kesin gerekliliğin sadece bir sebebidir. Ancak en önemli sebep değildir. Bu kaçınılmaz gerekliliğin esas nedeni; Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin, onun uluhiyetini kabul etmek ve başkalarından bu sıfatı ve özelliklerini uzaklaştırmak anlamına gelmesidir. İslam'ın lügat anlamı, teslimiyettir. Allah'ın gönderdiği tüm dinlerin ifade ettiği gibi, İstılahı anlamı ise Allah'a teslim olmak ve bu arada uluhiyet iddiasından soyutlanmaktır... Uluhiyetin en belirgin özellikleri olan otorite, hakimiyet ve kulların itaati, şeriat ve kanunlarına uymak suretiyle kulluklarını istemek iddiasında bulunmamaktadır. O halde insanların Allah'ın şeriatına benzer bir şeriat edinmeleri kafi değildir. Hatta, kendilerine mal ettikleri, üzerine kendi işaretlerini diktikleri, Allah'a döndürmedikleri, O'nun gücünü idrak etmekten, uluhiyetini kabul etmek ve uluhiyette birliğini itiraf etmek açısından O'nun adıyla tatbik etmedikleri müddetçe Allah'ın şeriatı bile yeterli değildir. Çünkü, kulların kullara kulluktan kurtulmasını sağlayan, yüce Allah'ın uluhiyetini kabullenerek O'nun şeriatını tatbik etmektir. Kur'an'ın vurguladığı hüküm bu gerçeğin ne denli gerekli olduğunu göstermektedir. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/44 "Allah 'in indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/45 "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/47 Çünkü Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, Allah'ın uluhiyetini kabul etmediklerini ve Allah'ın uluhiyetini reddettiklerini ilan etmiş oluyorlar. Bunu, ağızları ve dilleriyle söylemeseler de davranışları ve pratik hayatlarıyla söylüyorlar. Davranış ve pratik hayatın dili sözden daha açıktır. Hakimiyetini, reddederek Allah'ın izin vermediği konularda kendi yanlarından kanunlar vaz'etmek suretiyle, uluhiyetin en başta gelen özelliğini haksız yere gasb ederek yüce Allah'ın uluhiyetini inkar etmelerinden dolayı yüce Allah onları, kafir, zalim ve fasık olarak isimlendiriyor. Bu, Kur'an'ın anlaşılır ayetleri aracılığı ile ortaya koyduğu tehlikeli bir sorundur. Kur'an bununla gerek yönetenler gerekse yönetilenler için imanın sınırlarını ve İslam'ın şartlarını belirtiyor. Yönetenler Allah'ın indirdikleriyle hükmedecek, yönetilenlerse sadece Allah'ın hükmünü kabul edip uyacaklar, diğer şeriat ve hükümleri reddedecekler. Meselenin bu derece önemli olması ve bu derece şiddetle üzerinde durulmasının bir çok nedeni vardır. Kur'an'a başvurduğumuzda bu nedenleri açıkça görürüz. Bu konudaki en önemli nokta meselenin yüce Allah'ın uluhiyetinin, rububiyetinin, beşer üzerindeki ortaksız otoritesinin kabulü ya da reddi olmasıdır. Bu açıdan mesele, küfür ve iman, cahiliye ve islam meselesidir. Kur'an'ın tüm mesajı bu hakikatin açıklanmasına yöneliktir. Yaratan Allah'tır; kainatı ve insanı O yaramıştır... Göklerde ve yerde ne varsa insanın emrine vermiştir. Yüce Allah yaratma hususunda tektir. B hususun azında da çoğunda da hiç bir şekilde ortağı yoktur. Aynı zamanda maliktir... Çünkü yaratan O'dur ve yarattığına malik olması kaçınılmazdır. Göklerin ve yerin, ikisinin arasındakilerin mülkiyeti Ona aittir. O, malikiyet hususunda da tektir. Mülkünde de az veya çok olsun hiç bir şekilde ortağı yoktur. Şüphesiz yüce Allah, Razık'tır. Hiç kimse ne kendisi ne de başkası için az yada çok olsun rızıklandırma imkanına sahip değildir. Yüce Allah, evren ve insan üzerinde mutlak egemenliğe ve tasarrufa sahiptir. Çünkü O, "yaratan" dır, "malik" tir ve "rızık veren" dir. Sonsuz güç O'nundur. O olmadan, yaratma, rızık, fayda ve zarar olamaz. O, şu varlıklar alemindeki hakimiyetiyle tektir. İman, yüce Allah'ın bu hususlarda bir olduğunu ikrardır. Uluhiyet, mülk ve güç... bu konularda, ortağı olmaksızın bir ve tektir. İslam ise bu özelliklerin gereklerine teslimiyet ve itaattir. Uluhiyette, rububiyette, genelde bütün varlığa özelde de insan hayatına egemen olmakta yüce Allah'ın bir olduğunun kabul edilmesi, şeriatı ve takdiriyle beliren gücünün kabullenilmesidir. Allah'ın şeriatine teslim olmanın anlamı, her şeyden önce, Allah'tan başkasının uluhiyetini, rububiyetini, otoritesini ve gücünü reddetmektir. Teslimiyet ya da din, dilde veya fiille olması sonuç itibariyle farketmez. Bu açıdan da mesele, küfür veya iman, cahiliye ya da islam meselesidir. Aşağıdaki naslar bu noktaya yöneliktir. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta kendileridir." "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar fasıkların ta kendileridir." İkinci önemli nokta, Allah'ın şeriatının diğer beşeri sistemlerin tümüne olan kesin ve mutlak üstünlüğüdür. Aşağıdaki Kur'an ayeti, bu üstünlüğe işaret etmektedir. "Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kimmiş?" Maide Sûresi, 5/50 Bütün sosyal sistemler ve rejimler karşısında, Allah'ın şeriatının mutlak üstünlüğünü kabul etmek de iman-küfür meselesinin kapsamına girer. Hiçbir insan, herhangi bir meselenin çözümünde beşeri sistemlerin Allah'ın şeriatından daha üstün ya da denk olduğunu iddia edemez. Şayet böyle bir iddiada bulunursa, mü'min ve müslüman olduğunu iddia edemez. Çünkü o, insanların durumunu Allah'tan daha iyi bildiğini, meselenin düzen ve idaresinde O'ndan daha sağlam hükümler edindiğini iddia etmektedir, aynı şekilde, bu fikri ileri sürerken beraberinde şu iddiada da bulunmaktadır İnsan hayatının ihtiyaçları yenilenip durmaktadır. "Yüce Allah, şeriatını vaz ederken bu ihtiyaçları bilmiyordu" veya "biliyordu da gerekli ahkamı vaz' edemiyordu." Bu iddia ile iman ve islam davası bir arada bulunamaz. Sözle bu davayı sürdürse dahi... Bu üstünlüğü tüm boyutları ile algılamak son derece güçtür. Çünkü yüce Allah'ın şeriatının hikmeti, herhangi bir dönemde bütünüyle anlaşılamaz. Anlaşılanları da burada bütün detaylarıyla açıklamak son derece güçtür. Bazılarına değinmekle yetineceğiz Allah'ın şeriatı; 1- Kapsamlı bir düzendir Allah'ın şeriatı, beşer hayatı için kapsamlı, mükemmel bir sistemdir. Düzenleme ve gelişmeye müsait oluşuyla, beşer hayatının her tarafını, her halini ve vaziyetini kuşatmıştır. Ve o, insan varlığının ve ihtiyaçlarının, insanın da içinde yaşadığı kainatın hakikati ve kainata ve insana hükmeden değişme yasalarının tabiatı hakkında mutlak bilgiye dayanan eksiksiz bir sistemdir. Bu yüzden insan hayatı ile ilgili hiçbir konuyu göz ardı etmez, insanlar arasında bir çatışmaya sebep olmadığı gibi, insan ve kainat arasında da bir çatışmaya imkan vermez. Aksine her yönüyle denge, itidal, uygunluk ve nizam ve intizamı sağlar. Bu problem, sorunların zahiri yönünü ve görülen tarafını, sınırlı idrakiyle kavrayabilen insan yapısı düzenlerin çözemeyeceği kadar ağırdır, insan yapısı sistemler, insanın cehaletiyle yoğrulmuşlar. Dolayısıyla çeşitli unsurların çarpışmasını ve meydana gelen sarsıntıları durdurmalarına imkan yoktur. 2 - Mutlak adalete dayalı bir düzendir Öncelikle, yüce Allah mutlak adaletin ne ile ve nasıl gerçekleşeceğini en iyi bilendir. İkincisi, yüce Allah herşeyin rabbidir. Ve o, varlıklar arasında mutlak adaleti sağlamaya maliktir. Aynı şekilde, hevadan, temayülden, zaaftan, cehaletten, kusurluluktan, aşırılıktan; ifrat ve tefritten uzak bir nizam yerleştirmeye kadirdir. İster bir fert, bir sınıf, bir millet ya da bir ırk olsun, şehvetin, tutkunun, zaafın, hevanın esiri, bunlardan öte, cehalet ve kusurla malûl insanın uydurduğu hiçbir sistemin çözemediği problemleri Allah'ın nizamı çözmüştür. Bütün bunlar, hevesler, şehvetler, tutkular, arzular, hatta cehalet ve noksanlıklarla dolu insanın bu problemleri tüm boyutlarıyla bir nesil boyunca bile düşünüp araştırabilme gücüne sahip olamayışı da beşeri sistemlerin yetersizliğine yeter delildir. 3 - Kainatla uyumlu bir düzendir Çünkü bu düzeni koyan, bütün kainatın ve insanların sahibi ve hepsinin yaratıcısı olan yüce Allah'tır. İnsan için bir kanun koyduğu zaman, yaratıcısının emriyle kendisine boyun eğdirilmiş varlık unsurları üzerinde egemenliği bulunan bir unsur için hüküm koyar gibi teşride bulunur. Ancak bu unsurlar, hidayet üzere bulunmak ve bu unsurlarla beraber onlara hakim yasayı da bilmek şartıyla insana râm kılınmışlardır. Bu yüzden insanın hareketleriyle içinde yaşadığı kainatın hareketleri arasında bir uyum sağlanır. Allah'ın şeriatı, onun hayatını varlık yasalarına tabi bir konuma getirir. Sadece kendisi ya da hemcinsleriyle değil, içinde yaşadığı kainatın her yönüyle uyum içinde bir hayat sürdürür. Çünkü insanın kainat düzeninden ayrılmasına imkan yoktur. O halde onunla uyum içinde ve sağlam bir metod doğrultusunda hayatını sürdürmelidir. 4 - İnsana hürriyetini kazandıran bir düzendir Sonra o, insanın insana kulluk yapmaktan kurtulduğu yegane sistemdir. İslam düzeninin dışındaki bütün düzenlerde insanlar insanlara kulluk yapmakta, insanlar insanlara itaat etmektedir. Yalnızca İslam nizamında insanlar, kula kulluktan kurtulup ortaksız Allah'a kul olma şerefine nail olurlar. Dolayısiyle gerçek anlamda ve yalnız o zaman hür olurlar. Daha önce de söylediğimiz gibi, uluhiyetin en başta gelen özelliği hakimiyettir. İnsanlar için kanunlar koyanlar, uluhiyet makamına kurulup uluhiyetin özelliklerini kullanıyorlar demektir. Onlara tabi olanlar da, Allah'ın değil onların kuludurlar. Allah'ın değil onların dinindendirler. İslam, kanun koymayı sadece Allah'a bırakmakla, insanı kullara kulluktan kurtarıp bir olan Allah'ın kulluğuna yükseltmiştir. Bununla insanın hürriyetini ilan etmiştir. Bu konu inancın en önemli ve en büyük konusudur. Çünkü o, uluhiyet ve ubudiyet, adalet ve İslah, hürriyet ve eşitlik, insanın hürriyetine kavuşması hatta yeniden doğuşu konusudur. Bütün bunlardan dolayı küfür ve iman, cahiliye ve İslam konusudur. Cahiliye, tarihteki herhangi bir dönem değildir. O, bir durumdur. Bir kurum ve sistemde illeri mevcut olduğunda cahiliye mevcut demektir. O temelde hüküm ve kanunu Allah'ın hayat için koyduğu şeriat ve metoda döndürmeyip beşerin heva ve hevesine havale etmekten ibarettir. Bu heva ve heveslerin, bir ferdin, bir sınıfın, bir milletin veya bütün insanların, heva ve hevesi olması, sonucu değiştirmez. Tamamı, Allah'ın şeriatına döndürülmedikten sonra!... Hevadır, hevestir... Bir fert, bir toplum için kanun koyarsa, bu cahiliyedir. Çünkü onun heva ve hevesi, kanunlaşacaktır. Ya da görüşleri... Sonuç itibariyle fark etmez. Bir sınıf, diğer sınıflar için kanun koyarsa, bu cahiliyedir. Çünkü o sınıfın çıkarı ya da çoğunluğun görüşleri kanunlaşacaktır. Sonuç itibariyle fark etmez.! Hepsi de cahiliyedir. Toplumdaki her sınıfın, her bölgenin temsilcileri bir araya gelip kanun koysalar, bu cahiliyedir. Çünkü, insanların hiçbir zaman soyutlanamadıkları heva ve hevesler ya da cehaletleri kanunlaşıyor ya da halkın görüşü kanunlaşacaktır. Hiç farketmez. Bunlar da cahiliyedir. Hatta bütün milletleri temsil eden bir kurum kanun koysa, bu da cahiliyedir. Çünkü o zaman ulusal hedefler ya da bu topluluğun görüşü kanunlaşıyor. Netice aynı Cahiliye... Fertlerin, toplumların, miletlerin ve nesillerin yaratıcısı, herkes için kanun vaz'ettiği zaman, işte o, -yalnızca o- Allah'ın şeriatıdır. Orada, ne fert, ne toplum, ne devlet, ne herhangi bir ırk, kimse kimseye karşı himaye edilmez. Çünkü Allah, herkesin rabbidir ve herkes O'nun huzurunda eşittir. Çünkü Allah, tümü için en uygun olanı bilir. İfrat ve tefrite düşmeden, herkese en uygun olanı gözetmek yalnızca Allah'ın özelliğidir. Allah insanlar için kanun koyduğu zaman, bütün insanlar hür ve eşit olurlar. Kimsenin önünde eğilmeden yalnızca-O'na kullukta bulunurlar. Böylece bu meselenin, insanoğlunun hayatında ve kainat, nizamındaki önemi anlaşılmış oluyor. "Hak onların nevalarına tabi olsaydı, gökler, yer ve-ikisinde bulunanlar fesada uğrardı." Mü' Allah'ın indirdiklerini dışında, birşeyle hükmetmenin anlamı, şer, fesat ve sonuçta iman dairesinden çıkmaktır. Bunu Kur'an söylüyor... Şeriat indirme ve kanun koyma hakkına sadece yüce Allah sahiptir. "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma." Bu hitap, hüküm için kendisine başvuran ehl-i kitapla ilgili meselede adaletle hükmetmesi için Resulullah'a yöneliktir. Fakat bu hakikat, sadece bu olaya özgü değildir. Aksine kıyamete kadar kalıcı ve geneldir. Bu son merciyle ilgili herhangi bir şeyi değiştirecek yeni bir risalet ve resul de gelmeyecektir. Şüphesiz bu din kemale ermiştir. Allah'ın müslümanlar üzerindeki nimeti de tamamlanmıştır. Yüce Allah insanların hayatı için bir metod olarak ondan hoşnut olmuştur. Bundan sonra, onda herhangi bir şeyi iptal etmek, değiştirmek, başka bir hükme başvurmak suretiyle geçersiz kılmak, ya da başka bir şeriata uymak suretiyle bir kenara bırakmak, hiçbir surette doğru bir davranış olmayacaktır. Yüce Allah,ondan insanlar için hoşnut olurken, onun bütün insanlığı kapsayacağını biliyordu. En son merci olmasını dilerken bütün insanlık için hayrı tahakkuk ettireceğini ve beşeri hayatın her yönünü kıyamete kadar kuşatacağını da biliyordu. Bu şeriatı tamamen terk etmek bir yana, en ufak bir değişiklik bile yüce Allah'ın bu ilmini inkar anlamına gelir ve diliyle bin defa müslüman olduğunu tekrarlasa bile sahibini dinden çıkaran bir davranıştır. Bu da küfür değilse, nedir küfür? Dil ile İslam iddiasının değeri nedir? Davranış ifade bakımından sözden daha etkilidir. Ve bu davranış, gayet açık olarak küfrü ifade ediyor. Bu kesin, kat'i, genel ve kapsamlı hüküm karşısında inat etmek hakikatle yüzleşmekten kaçmanın ifadesinden başka bir şey değildir. Bu, hükümde te'vile başvurmak, kelimeleri yerinden oynatıp tahrif etmenin ifadesidir. Bu inadlaşma ve te'vil suretiyle tahrifin, bu hükmün işaretine uyanlara uygulanmasına etkisi olmayacaktır. Çünkü hüküm hiçbir yoruma gerek bırakmayacak kadar açıktır. "... İşte onlar kafirlerdir." "... Zalimlerdir." ".... Fasıklardır." Yüce Allah, birçok mazeretin ileri sürülebileceğini, Allah'ın indirdiklerini değiştirmek ve yönetilenlerin yönetenlere tabi olmaları konusunda birçok bahanenin aranacağını şüphesiz biliyordu. Hiçbir değişikliğe uğratmadan Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin zorluğu hakkında birçok mazeretin ileri sürüleceğini de biliyordu. Buna rağmen yüce Allah peygamberini insanların heva ve heveslerine uymaktan ve Allah'ın kendisine indirdiği hükümlerin bazısından uzaklaştırmak suretiyle fitne çıkarmalarından sakındırıyor. "Aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet. Gerçek olan sana geldiğine göre, onların heveslerine uyma." Maide Sûresi, 5/48 Böyle bir durumda akla gelen ilk vesvese, farklı grupların kalplerini ve aynı coğrafyayı paylaşanların prensip ve inançları arasında uzlaşma sağlamaya dair gizli beşeri arzudur. Bir kısım şeriat ahkamıyla çatışsa bile arzuların sürmesi, şer'i ahkamda, esas hüküm olmadığı bahanesiyle kolaylaştırma yönüne gidilmesidir. İnsanın, 'İnsanları Yaratıcılarından daha iyi biliyorum' iddiasında bulunması mümkün müdür? Ya da insanlara, onların Rabbinden daha çok merhamet ettiğini söyleyebilir mi? Veya insanların çıkarını, insanların İlahı'ndan daha iyi bildiğini söyleyebilir mi? Veyahut, Yüce Allah, son şeriatını bildirmiş, Son Resulü'nü göndermiş, O'nu nebilerin sonuncusu kılmış, risaletini son risalet kılmış ve şeriatını Kıyamet'e kadar baki kılmış olmasına rağmen; yeni rejimlerin ortaya çıkacağından ihtiyaçların yenileneceğinden, yeni şartların doğacağından habersiz olduğundan şeriatini gereği gibi düzenleyemediğini, çünkü bu durumlar O'na gizliydi, son zamanlarda insanlar tarafından ortaya çıkarıldılar... Evet! böyle bir iddiada bulunabilir mi? Allah'ın şeriatını hayattan uzaklaştıran, onun yerine cahili yasa ve hükümleri yerleştiren, kendi hevasını ya da herhangi bir halkın arzusunu, yahut herhangi bir milletin arzusunu Allah'ın hükmünden ve şeriatından üstün tutan biri böyle bir şey söyleyebilir mi? Evet, bunu söyleyebilir mi? Özellikle de müslüman olduklarını iddia edenler?... Şartlar, karışıklıklar, insanların ilgisizliği, düşman korkusu... Müslümanlara aralarında Allah'ın şeriatını ikame etmelerini, O'nun metoduna uymalarını ve indirdiklerinden bazısından bile vazgeçmemelerini emrettiği halde, bütün bunlardan yüce Allah'ın habersiz olduğu söylenebilir mi? Geçici ihtiyaçları, yenilenen durumları ve değişen olguları kuşatması bakımından, Allah'ın şeriatının bir eksikliği mi vardır? İnsanları bu derece şiddetle uyarmasına rağmen yüce Allah'ın bütün bunlardan haberi mi yoktu? Müslüman olmayan istediğini söyleyebilir. Ama müslüman?... Veya müslüman olduğunu iddia eden?... Bütün bunları söyler,buna rağmen müslüman kalabilir mi? Ya da İslam'dan bir temele dayanabilir mi? İşte yollara, ayrılış noktası... Orada herkes hür iradesine sahiptir. Mücadeleye ve dalaşmaya gerek yoktur. Her şey apaçık ortadadır. Ya İslam ya da cahiliye. Ya iman ya da küfür, ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyenin hükmü. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kafirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridirler. Allah'ın hükmüne göre yönetilmeyenler de mü'min değildirler... Bu mesele, müslümanın vicdanında açık ve kesin bir şekilde yer etmelidir. Ta ki kendi zamanındaki insanlara tatbik ederken bir tereddüte düşmesin. Gerek dosta, gerek düşmana karşı olsun, bu hakikatin sonucuna tam bir teslimiyetle uysun. "Cahiliye hükmünü mü istiyorlar, yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kimmiş?" Maide Sûresi, 5/50 Bu mesele, müslümanın vicdanında kesin bir şekilde yer etmezse, hayat ölçüsü istikamet bulmaz, metodu berraklaşmaz, vicdanında hak ile batılı ayırmaz ve doğru yolda bir adım bile atamaz. Bu meselenin bütün insanlarca gizli kalması ve sindirilmemesi normal olsa bile, bu meseleyi berraklaştırmadan müslüman olmak veya bu vasfa sahip olmak isteyip te bu hakikati ruhlara sindirmemek normal bir tutum değildir. İnsanlar, ahirette hesaba çekileceklerini bildikleri halde,yeryüzünde Allah'ın şeriatından başka bir şeriatla hükmettiklerinde, öbür dünyada, hükmettikleri ve hükmüne tabi oldukları beşeri sisteme uygun cezalandırılacaklarını mı, yoksa, hükmetmedikleri gibi hükmüne de başvurmadıkları İlâhî şeriata uygun hesaba çekileceklerini mi zannediyorlar? Kesinlikle, yüce Allah, onları şeriatına göre hesaba çekecektir, kulların şeriatına göre değil. Onlar her ne kadar, hayatlarını, ilişkilerini şiarlarını, ibadetlerini, dünyadayken Allah'ın şeriatına göre etmedilerse burada Allah'ın şeriatınca evvelâ bu konuda hesaba çekilecekler. O gün onlar, yeryüzünde Allah'ı ilah olarak kabul etmedikleri, insanlardan birçok rabler edindikleri, dolayısıyle uluhiyetini inkar ederek, ya da şirk koşarak küfre girdikleri, ibadetlerinde, şiarlarında Allah'ın şeriatına uydukları halde, iktisadi, siyasi veya toplumsal düzen itibariyle Allah'ın şeriatından başkasına uydukları için hesaba çekileceklerdir. Allah kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını dilediği için af eder. "Allah kendisine şirk koşulmasın affetmez. Bundan başkasını dilediği için bağışlar." Nisa Sûresi, 4/48 Yalnız O hükmeder. Yalnız O, hesaba çeker. O, hükmünde gecikmediği gibi cezayı da ihmal etmez. "Dikkat edin hüküm yalnız O'nundur. Ve O, hesaba çekenlerin en çabuğudur." En'** Sûresi, 6/62 MAİDE SURESİ Adı Bu sure adını, içinde maide kelimesinin geçtiği 112. ayetten alır. Daha başka pek çok surenin adı gibi, bu surenin adının da konusuyla özel bir bağlantısı yoktur. Yalnızca onu diğer surelerden ayırıcı bir sembol olarak kulanılmıştır. Nüzul zamanı Konusunun gösterdiği ve rivayetlerin de desteklediği üzere, bu sure Hudeybiye anlaşmasından sonra, Hicret’in 6. yılında veya 7. yılın başlarında vahyolunmuştur. Bu nedenle, bu anlaşmadan doğan sorunları ele almaktadır. Hz. Peygamber H. 6. yılın Zilkade ayında Umre yapmak için 1400 müslümanla birlikte Mekke’ye gitti. Fakat, düşmanlığa bürünen Kureyş, Arabistan’ın tüm eski dinî geleneklerine aykırı olmasına rağmen Hz. Peygamber’in bu düşüncesine engel oldu. Sert ve kırıcı görüşmelerden sonra Hudeybiye’de bir anlaşmaya varıldı. Buna göre umre gelecek yıl yapılacaktır. Müslümanlara gerçek İslâmî vakarla Mekke’ye haccetmenin yolunu öğretmek ve kâfirlerin kötü davranışlarına bir misilleme olarak, onların Mekke’ye haccetmelerine engel olmamayı emretmek için mükemmel bir fırsat doğmuş bulunuyordu. Pek çok kâfir Mekke’ye giderken müslümanların toprağından geçmek zorunda kaldığı için bu zor da değildi. İşte bu nedenle, ilk ayetler Mekke’ye Hac’la ilgili konuları ele almakta, aynı şeyler 101-104. ayetlerde de vurgulanmaktadır. Surenin kalan konuları da aynı döneme ait olmalıdır. Konunun sürekliliği, çok büyük ihtimalle surenin tamamının aynı zamanda ve tek bir defada vahyolunduğunu göstermektedir. Ne var ki, bazı ayetlerin daha sonraki bir dönemde vahyedilip, sure içinde uygun düştükleri yerlere yerleştirilmiş olmaları da mümkündür. Fakat sure içinde, onun iki veya daha fazla ayrı dönemde vahyedildiğini gösterecek en küçük bir üslûp farklılığı, kesikliği yoktur. Konu Bu sure, Al-i İmran ve Nisa surelerinin vahyedildiği zamanda geçerli olan şartlardan daha değişik ve farklı şartların gerekliliklerine uygun olarak vahyedilmiştir. Adı geçen surelerin vahyedildiği dönemde Uhud’daki gerileyişin yarattığı şok, Medine’nin çevresini müslümanlar için tehlikeli bir hale getirmişken, şimdi İslâm artık savunmasız bir güç olmaktan çıkmış ve İslâm Devleti’nin sınırları doğuda Necid’e, batıda Kızıl deniz’e, kuzeyde Suriye ve güneyde ise Mekke’ye uzanmış bulunuyordu. Uhud’daki gerileyişleri müslümanların kararlılıklarını sarsamamış; aksine daha da hareketlendirmişti onları. Tükenmek bilmez kavgalarının ve eşsiz fedâkarlıklarının sonucu olarak, 200 mil yarıçapındaki bir alanın içinde kalan komşu kabilelerin gücü kırılmıştı. Medine’yi tehdit edip duran Yahudi başbelası bertaraf edilmiş ve Hicaz’ın kalan yörelerindeki Yahudiler de Medine Devleti’ne vergi verir duruma gelmişlerdi. Kureyş’in İslâm’ı ezmek için harcadığı son çaba da Hendek Savaşı’nda etkisiz bırakılmıştı. Artık Araplar, hiçbir gücün İslâmî hareketi kıramayacağını iyice anlamışlardı. İslâm, halkın zihinlerine ve kalplerine hükmeden bir akide değildi yalnızca; sınırları içinde yaşayan insanların hayatlarnın her yönüne hükmeden bir devletti de aynı zamanda. Artık müslümanlar inançlarına göre, herhangi bir engelle karşılaşmadan kendi hayatlarını yaşayabiliyorlardı. Bu dönemde bir başka gelişme daha olmuştu. İslâmî bakış açısı ve İslâm’ın ilkelerine uygunluk içinde bir İslâm medeniyeti doğmuştu. Tüm yönleriyle diğer medeniyetlerden bütünüyle farklı bir medeniyetti bu. Müslümanların ahlâkî, sosyal ve kültürel davranış biçimlerinde gayri müslimlerden açıkça ayıran bir medeniyeti. İslâm Devleti’nin tüm topraklarında camiler yapılmıştı. Cemaatle namaz yerleşmiş ve her yerleşim bölgesi ve kabile için bir imam atanmıştı. Bütün ayrıntılarıyla tesbit edilen İslâm medeni ve ceza hukuku, İslâm mahkemeleri tarafından uygulanıyordu. Yeni baştan düzenlenmiş olan ticaret ve alış-veriş biçimleri eskilerinin yerini almıştı. Evlenme ve boşanma, kadın-erkek ayırımı, zina, iftira ve benzeri suçların cezalarıyla ilgili İslâmî yasalar müslümanların sosyal hayatına yeni bir şekil vermişti. Sosyal davranış biçimleri, konuşmaları, giyimleri, yaşayış şekilleri, kültürleri vs. kendine özgü apayrı bir kalıba girmişti. Bütün bu değişimlerin sonucu olarak, müslüman olmayanlar, müslümanların artık bir daha eski durumlarına döneceklerini umamıyorlardı. Hudeybiye Anlaşmasından önce müslümanlar, müslüman olmayan Kureyş’le öylesine bir mücadele içine girmişlerdi ki, mesajlarını yayacak vakitleri bile yoktu. Bu durum, bir yenilgi gibi görülmekle birlikte, gerçekte, kazanılan bir zafer olan Hudeybiye Anlaşmasıyla ortadan kalktı. Müslümanlar bu zaferin sonucunda yalnızca kendi topraklarında sükûna kavuşmakla kalmadılar, aynı zamanda çevre bölgelere mesajlarını götürme fırsatını da buldular. Bu arada Hz. Peygamber İran, Mısır ve Roma İmparatorluğu Bizans-çev. hükümdarlarına onları İslâm’a davet eden mektuplar gönderdi. Yine bu dönemde İslâm davetçileri kabileler arasında yayılıp, onları Allah’ın İlâhî Yolu’nu kabule çağırdılar. Mâide Suresinin vahyedildiği dönemde durum kısaca buydu. Konular Mâide suresi şu üç ana konuyu ele alır 1 Müslümanların dinî, kültürel ve siyasal hayatlarıyla ilgili hükümler, talimatlar Bu bağlamda, Hac yolculuğuyla ilgili hükümler manzumesi ortaya konur; Allah’ın şeaîri’ne tam bir saygı emredilir ve Kâbe’ye gelen hacılara karşı girişilecek her türlü engelleme ve müdahale yasaklanır. Yiyecekler konusunda neyin helal, neyin haram olduğuyla ilgili kesin hükümler ve düzenlemeler getirilir ve İslâm öncesi çağın koyduğu saçma sınırlamalar kaldırılır. Kitap ehlinin yemeğini yeme ve kadınlarıyla evlenme izni verilir. Abdest, gusül ve teyemmümle ilgili hükümler ve düzenlemeler ortaya konur. İsyan, kamunun huzurunu bozma ve hırsızlıkla ilgili cezalar belirtilir. İçki, kumar mutlak anlamda yasaklanır. Yemin kefareti açıklanır ve şahitlik yasasına yeni ilâveler yapılır. 2 Müslümanlara uyarılar Artık müslümanlar hâkim duruma geçtiklerine göre, iktidarın kendilerini bozması tehlikesi sözkonusudur. Bu nedenle Allah müslümanları, büyük imtihan döneminde, adalete bağlı kalmaları ve kendilerinden önce geçen kitap ehlinin hatalarına düşmemeleri konusunda tekrar tekrar uyarmaktadır. Kendilerine Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ahdine bağlı kalmaları; Allah ve Rasûlü’nün emir ve yasaklarını, onları yerine getirmeyen Yahudi ve Hıristiyanların karşılaştıkları kötü sonuçlardan korunmaları için, titizlikle gözetmeleri emredilmektedir. Yine, tüm işlerinde Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasaklarına uymaları ifade olunmakta ve nifaka münafıklığa karşı uyarılmaktadırlar. 3 Yahudilere ve Hıristiyanlara uyarılar Yahudilerin gücü tümüyle zayıflatılmış ve Kuzey Arabistan’daki hemen hemen tüm yerleşim bölgeleri müslümanların yönetimi altına girmiştir. Bu nedenle Yahudiler yanlış tavırlarına karşı yeniden uyarılmakta ve Doğru Yol’u izlemeye çağrılmaktadırlar. Aynı şekilde Hıristiyanlara da ayrıntılı bir davet yapılmaktadır. İnançlarındaki yanılgılar açıkça belirtilmekte ve kendilerine Hz. Peygamber’in yol göstericiliğini kabul etmeleri konusunda uyarıda bulunulmaktadır. Burada hemen belirtelim ki, mecûsilere ve komşu ülkelerdeki putperestlere doğrudan bir çağrı yapılmamaktadır. Çünkü onların durumları müşrik Araplara yapılan seslenişlerle zaten ortaya konulmuş, kendilerine ayrıca seslenmeye gerek kalmamıştır. ÖZET Konu İslâm Toplumu’nun yerleşip-pekişmesi İslâm Toplumu’nun yerleşmesi için Nisa Suresi’nde verilen talimatların devamında müslümanlar, tüm yükümlülüklerini gözetip yerine getirmeye yöneltilmekte, bu amaç doğrultusunda müslümanları eğitmek için yeni yeni düzenlemeler getirilmektedir. Ayrıca müslümanlar hâkim güç olarak iktidarda bulunmanın getirmesi muhtemel sapmalara karşı uyarılıp, Kur’an’ın Ahdi’ni gözetmeye yöneltilmektedirler. Yine, kendi adlarına, Doğru Yol karşısındaki yanlış tavırlarını bırakıp, Peygamber Hz. Muhamed’in getirdiği hidayeti kabul etme konusunda uyarılan Yahudi ve Hıristiyanların başarısızlıklarından ders almaya çağrılmaktadırlar. Konular ve Birbirleriyle Olan Bağlantıları 1-10. Müminler, tüm yükümlülüklerini inceden inceye yerine getirmeye ve İlâhî Hukuk’un yiyecek, cinsiyet, namaz, adalet vb. hakkında öngördüğü düzenlemeye uymaya sevkedilmektedirler. 11-26. Müslümanlar kendilerinden önce gelenlerin yanılgıları karşısında uyarılmaktadır; Sırat-ı Müstakîm’i izlemeli ve ahidlerini bozarak bâtıl yollara sapan Yahudi ve Hıristiyanların ortaya koydukları kötü örnekten sakınmalıdırlar. Ayrıca, Yahudi ve Hıristiyanlar da tuttukları yanlış yol ve İslâm’ı kabul etme konusunda uyarılmaktadır. 27-32. Hz. Adem’in iki oğlunun kıssasıyla Hz. Peygamber ve ashabını öldürmek için kurdukları tuzak nedeniyle Yahudileri azarlama arasında bağlantı kurulmaktadır. Ayet 11, 30. Kıssa ayrıca insan hayatının kutsallığını vurgulamak için de kullanılmaktadır. 33-40. Bu amaçla, İslâm Devleti’nde kaos meydana getirenler için cezalar öngörülmüş ve müminler İslâm’ı yerleştirmek için ellerinden geleni yapmaya çağrılmışlardır; mülkiyetin kutsallığı da ayrıca vurgulanmaktadır. 41-50. Hz. Peygamber ve O’nun aracılığıyla müslümanlar Yahudilerin düşmanlıklarına, şer planlarına ve tuzaklarına aldırmayıp, Kur’an’ın hidayetine uygun olarak Doğru Yol’u yerleştirmek için ellerinden geleni yapmayı sürdürmesi konusunda yeniden temin edilmektedir. Çünkü, kendi kitaplarına Tevrat sırt çevirenlerden daha iyi bir şey beklenemez. Peygamber, Hıristiyanlara da aynı şekilde davranmalıdır. Onlar da kendi İncillerini terketmişlerdir çünkü. 51-69. Müminler ahlâkî çöküntü içinde bulunan Yahudi ve Hıristiyanları dost ve sırdaş edinmemeleri için uyarılmaktadırlar. Müminler, münafıkların, kâfirlerin ve benzerlerinin desiseleri karşısında dikkatli ve korunmada olmalılar ve yalnızca gerçekten mümin olanlara güvenmelidirler. Sonra, kitap ehli de düşmanlıklarını bırakmaya, doğru tavır takınmaya çağrılmaktadır. Aksi takdirde kurtulmaları mümkün olmayacaktır. 70-86. Yahudi ve Hıristiyanların sapıklıkları konusu yeniden ele alınmakta, özellikle Hıristiyanlar Tevhîd akidesiyle ilgili hatalarından dolayı azarlanmaktadırlar. Bununla birlikte, içlerinde gerçeğe daha yakın kişiler bulunması nedeniyle, katı kalpli Yahudilere tercih edilmektedirler. 87-108. Surenin bu bölümünde, 1-10. ayetlerdekilere ek olarak, meşru ve gayri meşru olanla ilgili yeni düzenlemeler getirilmektedir. 109-119. Surenin sonunda, akidelerini düzeltmeleri için yanlış yoldaki insanların yargılanması için Hüküm Günü Allah’la Peygamberi arasında geçecek konuşma yer almaktadır. Özelde kendisine inandıklarını ikrar eden Hıristiyanları ve genelde peygamberleri vs. hakkında bâtıl ümitler besleyenleri uyarmak için İsa Peygember’le yapılacak konuşma bir örnek olarak verilmiştir. 120 Sonuç “Ey insanlık! Göklerin ve yerin mülkü, hâkimiyeti Allah’a aittir; o halde, O’nun gerçek kulları olmaya bakmalı ve O’ndan korkmalısınız. Çünkü O her şeye kadirdir, gücü her şeye yetendir.” Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla 1 Ey iman edenler! Akitleri titizlikle yerine Size dört ayaklı tüm otlayan hayvanlar2 helâl kılındı, ancak size okunanlar ve ihramlıyken3 avlanmayı helâl kılmamamız başka. Şüphesiz Allah dilediği hükmü 2 Ey iman edenler, Allah’ın şiarlarına,5 haram olan ay’a, kurbanlık hayvanlara, onlardaki gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram’a gelenlere sakın saygısızlık İhramdan çıktınız mı artık Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya İyilik ve takva konsunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah ceza ile sonuçlandırması pek şiddetli olandır. AÇIKLAMA 1. Yani, “sizin için bu surede açıklanan ve genelde İlâhî Hukuk’ta ortaya konan tüm akitleri yerine getirin, tüm sınırları gözetin.” Bu kısa giriş cümlesinden sonra, titizlikle uyulması gereken sınırlar, akitler sıralanmaya başlıyor. 2. Arapça En’am kelimesi deve, sığır, koyun ve keçi, behîme ise, dört ayaklı otlayan tüm hayvanlar için kullanılır. İki kelimenin isim tamlaması şeklinde birlikte kullanılması, En’am kelimesinin ifade ettiği dört tür hayvanı andıran tüm otlayan dört ayaklıları içine alarak anlamı daha kapsamlı hale getirmiştir. Yine başka hayvanları öldürüp yiyerek beslenen etoburların gayri meşru olduğunu da imâ etmektedir. Hz. Peygamber bir hadislerinde et yiyenlerin gayri meşru olduğunu ifade ederek bu durumu açıklığa kavuşturmuştur. Aynı şekilde, pençesi olup, yiyecek için başka hayvanları öldüren veya lâşe ölmüş vücut, ceset yiyen kuşların da haram olduğunu belirtmiştir. İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber etoburların ve pençeli kuşların etinin yenmesini yasaklamışlardır. Değişik sahabelerden gelen daha başka hadisler de bu hükmü desteklemektedir. 3. İhram. Kâbe’den bilinen uzaklıktakı belirli mesafeler içinde giyilmesi gereken hac elbisesidir. Hacıların günlük elbiselerini çıkarıp, hac elbiselerini giymedikçe Kâbe’ye varmaları meşru değildir. İhram, biri bele sarılan, diğeri omuzlara atılan dikişsiz ve süssüz iki parça kumaştan oluşur. Ayakların üst yüzeyi, topuklar ve baş açık olmalıdır. Buna ihramlı bulunma denir. Bu hal normalde meşru olan bazı şeyleri gayri meşru kılar. Sözgelimi traş olunmaz, saç kesilmez elbiseler giyilip süsler takılmaz, koku kullanılmaz, şehevî arzulara dalınmaz vs. Bir diğer sınırlama da, hiçbir canlının öldürülmemesi, avlanılmaması veya kimsenin avda yardıma itilmemesidir. 4. Bu demektir ki, dilediği emri vermekte Allah mutlak yetki sahibidir ve kulların bunu sorgulamaya hiç bir hakları yoktur. Allah’ın tüm irade ve emirleri hikmete dayanıyor ve tam bir üstünlük ve mükemmeliyet taşıyorsa da, yine de bir müslüman, sadece kendi düşüncesi ve kendi hayrına uygun olması sebebiyle itaat etmez; ancak, üstündeki Hakimiyet Sahibi’nin emirleri olduğu için itaat eder. Eğer Allah bir şeyi gayri meşru ilân etmişse, bu bir başka nedenle değil, ancak O gayri meşru ilân ettiği için gayri meşrudur. Aynı şekilde, O bir şeyi meşru yapmışsa, yine o şeyin ve her şeyin sahibinin kullarına onun kullanma izni vermesinden başka bir nedenle meşru olmaz. Bu nedenledir ki, Kur’an bu temel ilke üzerinde yani bir şeyi meşru veya gayri meşru yapan tek temelin Mâlik’in onun kullanımına izin verip vermediği üzerinde şiddetle durur. Yine, kulların bir şeyi meşru veya gayri meşri saymak konusunda bundan başka hiçbir dayanağı yoktur. Bir şeyi, eğer Allah meşru kılmışsa meşrudur, yasaklamışsa meşru değildir. 5. Şeâir, şiârın çoğuludur. Bir yol, bir akide, bir düşünce biçimi bir eylem veya bir sistemi sembolize eden bir nesne veya onun temsilcisine, bir amblem görevi gördüğünden dolayı şiâr denilir. Resmî bayraklar polis veya asker üniformaları, paralar, pullar vs. yönetimi altındakilerden ve belli ölçülerde başkalarından kendilerine gerekli saygı isteyen hükümetlerin şeâiridir. Sözgelimi, Tapınak, Ekmek-Şarap Yemeği plâtformu, haç vs. Hıristiyanlığın şeâiridir. Orak ve çekiç Komünist Parti’nin şiârı, SS’ler Nazi Partisi’nin şiârıdır. Tüm bunlar izleyicilerinden sembolleri için saygı isterler. Eğer bir kimse, bir sistemin sembollerinden birine saygısızlık gösterirse, bu o sisteme karşı bir düşmanlık göstergesidir ve eğer saygısızlık gösteren kişi aynı sisteme aitse bu durumda bu hareket bir isyan, bir yüz çevirme irtidat demektir. Allah’ın şeairi putatapıcılık, küfr ve tanrıtanımazlık şekillerine aykırı olarak Allah’a ibadetin saf şeklini temsil eden işaret ve sembollerdir. Psikolojik temelleri yalnızca Allah’a ibadete dayandığı ve şu veya bu şekilde şirk ya da küfürle kirletilmediği sürece nerede ve hangi sistemde karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, müslümanların Allah’ın şiarlarına saygı göstermeleri gerekir. Bu bakımdan eğer bir müslüman bir gayri müslimin inanç veya hareketlerinde Allah’a ibadetten öğeler taşıyan bir şey bulursa, bu öğeye ve Allah’a ibadetle bağlantılı sembollere gereken saygıyı gösterecektir. Bu noktada müslüman olmayanlarla hiçbir tartışmaya girilmez; tartışma, ancak Allah’a ibadet, başkalarına ibadetle kirletildiği zaman ortaya çıkar. Bu bağlamda şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, Allah’ın şiarlarına gereken saygıyı gösterme emri, müslümanların Mekke’yi ellerinde bulunduran müşrik Araplarla savaşta olduğu bir zamanda gelmiştir. Müşrik Araplardan bazıları Kâbe’ye giderken müslümanların kendilerini kolayca vurabilecekleri yollardan geçmek durumunda olduklarından bu emir gerekliydi. Bu yüzden müslümanlara, putperest de olsalar, kendileriyle savaş halinde de olsalar, Allah’ın Evi’ne giden müşriklere eziyet etmeme emri verilmektedir. Yine, müslümanlar Hac aylarında onlara saldırmamalı, kurban olarak Allah’ın Evi’ne götürdükleri hayvanları ellerinden almamalıdırlar. Bu, bozuk dinlerinde sağlam kalmış olan Allah’a ibadet öğesine saygı gösterilip, ayak altına alınmamasını temin içindir. 6. Savaş hali nedeniyle müslümanların çiğnemesi tehlikesi bulunduğundan, emr’in hemen arkasından Allah’ın birkaç şiarı özellikle anılmaktadır. Tabii ki, saygı gösterilmesi gereken yalnızca bu şiarlar değildir. 7. Burada hemen İhram’la ilgili emir gelmektedir. Çünkü Allah’ın şiarlarından biridir bu. Allah’ın şiarlarından birini çiğnemek olduğu için ihramlıyken avlanma yasaklanmaktadır. Fakat, hükme göre İhram’ın sınırlamaları sona erdiğinde istenilirse avlanmaya izin verilmektedir. 8. Bu yasak, müslümanların müşrik Arapların hac’ca gelmelerine engel olmalarını ve kendi bölgelerinden geçerlerken onlara saldırmalarını önlemek için konmuştur. Düşmanları, eski âdetlerine bile zıt olarak kendilerini Kâbe’yi ziyaretten ve haccetmekten alıkoyduklarından dolayı müslümanlar öyle kızgındılar ki, misillemede bulunabilirlerdi. Fakat Allah sınırları aşmamaları için kendilerini uyarmaktadır. 3 Ölü eti,9 kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen, boğulmuş,10 vurulmuş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş, -henüz canlıyken yetişip kestikleriniz hariç,-11 dikili taşlar üzerine12 boğazlanan13 hayvanlar, ve fal oklarıyla kısmet aramanız14 size haram kılındı. Bunlar fısktır günahla yoldan sapmadır. Bugün küfre sapanlar, sizin dininizden dininizi yıkmaktan umut kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, Ben’den Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı Kim şiddetli bir açlıkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa’ -günaha eğilim göstermeksizin- bu haram saydıklarımızdan yetecek kadar yiyebilir. Çünkü Allah bağışlayandır, AÇIKLAMA 9. Yani, “normal ölümle ölen hayvan etleri.” 10. Yani, Allah’ın adından başka bir kimse veya bir şey adına boğazlanan veya bir veli aziz, bir tanrı ya da bir tanrıça sunma niyetiyle boğazlanan hayvanın eti. Ayrıca bkz. Bakara 171. 11. “Eğer bir hayvanın başına bunlardan biri gelir de yine ölmez ve gereği gibi boğazlanırsa, onun etini yemek helâldir.” Buradan temiz bir hayvanın etinin ancak öngörüldüğü şekilde boğazlanmasıyla helâl olacağı ve onu helâl kılmanın başka bir yolunun bulunmadığı anlamı da çıkmaktadır. Hayvan öngörüldüğü şekilde, yani boğazın çoğu kısmı kanın serbestçe akmasına imkân verecek biçimde kesilir. Eğer boynun tamamı koparılır veya hayvan boğazından sıkılarak ya da bir başka şekilde öldürülürse, gerektiği gibi boğazlanmış olmaz. Çünkü, bu durumda kanın çoğu vücutta kalır ve farklı yerlerde pıhtılaşıp ete yapışır. Fakat, eğer öngörüldüğü şekilde boğazlanacak olursa, vücudun tamamı beyinle bağlantılı olarak kanın bütünüyle vücuttan akmasına izin verecek kadar uzun bir süre kalır ve et bizzat haram haram liaynihî olan kandan temizlenir. Bu bakımdan, etin helâl olması için kandan temizlenmesi gerekir. 12. Arapça’da nusub, özelikle herhangi bir aziz veya tanrı için kendilerine kurban gayri meşru bir tapınmadan dolayı kurbanın kesildiği her türlü yer için kullanılır. 13. Bu bağlamda, hükmün yiyecekleri haram veya helâl kılmak için öngördüğü sınırların tıbbî açıdan değil de ahlâkî ve manevî açıdan çizildiği iyice anlaşılmalıdır. Tıpla ilgili konularda bu sınırlama kişinin kendi yargı ve algı gücüne bırakılmıştır. Sağlığı ve beslenmesi açısından nelerin yararlı, nelerin zararlı olduğunu bulup çıkarmak kişinin kendi işidir. Hüküm, bu sahada yol göstericilik için her hangi bir sorumluluk yüklenmez. Böyle yapmış olsaydı, ilk yasaklanması gereken zehir olurdu. Fakat ne Kur’an’da, ne de hadislerde mutlak olarak ne zehirden söz edilir, ne de başka öldürücü şeylerden. Hüküm, ancak neyin ahlâkî veya manevî açıdan zararlı ya da yararlı olduğu ve helâl şeyleri kazanmanın doğru ve yanlış yollarıyla ilgilenir. İnsanın kendi kendine bunları ortaya çıkarma aracının bulunmadığı ve bu nedenle hükmün yol göstericiliği olmadan bu alanda yanlışlıklar yapabileceği açıktır. Bu yüzden, yasaklanan şeyler temizlik tayyib veya ahlâk ya da inanç açısından zararlı olduğu için yasaklanmıştır. Meşru kılınan şeyler ise, bütün bu kötülüklerden uzak olduğu için meşru kılınmıştır. Burada, halkın açıkça anlaması için Allah’ın neden bazı yasakların altında yatan hikmeti açıklamadığı sorulabilir. Bunun nedeni, bunları insanın kavramasının mümkün olmamasıdır. Sözgelimi lâşe, kan veya domuz eti yemenin getireceği ahlâkî kötülükleri derinliğine araştırmamız mümkün olmadığı gibi, bunların nasıl ve hangi ölçülerde ortaya çıkacağını bilebilmemiz de kolay değildir. Çünkü elimizdeki ahlâkîliği ölçüp tartacak hiçbir araç yoktur. Bu bakımdan bunların kötü sonuçları açıklanmış bile olsa, doğruluklarını ölçecek bir araç olmadığından şüpheler yine de dağılmayacaktır. Allah’ın helâl ve haram sınırlarının gözetimini, bir inanç sorunu olarak ortaya koymasının nedeni budur. Kur’an’ın Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamber’in O’nun Rasûlü olduğuna, Alim ve Hakîm olarak da Allah’a inanan bir kişi, arkada yatan hikmeti anlasın veya anlamasın, bu sınırları gözetecektir. Öte yandan, bu temel akideyi kabul etmiyorsa, insanî bilgiye göre zararlı olanlardan kaçınarak, insanın zararlı olduğunu bilemediği şeylerin sonuçlarına katlanmaya da devam edecektir. 14. Bu ayet üç tür yasaktan oluşmaktadır Bir tanrı, tanrıça veya benzerlerinden, şirk olan yollarla talihini öğrenmek için fal okları çekmeyi veya gelecekleri ya da anlaşmazlıkları çözümlemekle ilgili işaretler almayı yasaklamaktadır. Söz gelimi, Mekke’nin putperest Kureyş kabilesi bu amaçla Kâbe’de Hûbel putunu seçmişlerdi, onun yanında yedi fal oku bulundururlardı. Putun bakıcısına din adamına kurban sunduktan ve bir takım merasimlerden sonra bir ok çekerler ve onun üzerine kazınmış bulunan yazıları Hûbel’in hükmü olarak kabul ederlerdi. İkinci tür yasak, akla ve bilgiye başvurmadan herhangi bir şeyi iyi veya kötü işareti saymak, hayatın günlük sorunları hakkında mantıksız ve bâtıl karar alma yöntemleri ve yollarından, veya belli şeyleri, olayları, durumları ve benzerlerini uğursuzluk sayarak gelecek olaylar hakkında körce sonuçlara varmaktan oluşmaktadır. Kısaca, fal yöntemlerini ve kehanetleri içine almaktadır. Üçüncü yasak türü, kazanmanın meziyet ve liyâkate, hak, hizmet ve diğer aklî yargılara değil de, salt şansa dayandığı tüm kumar çeşitlerini kapsamaktadır. Örneğin, belli bir bilet sahibini çok sayıda aynı türden bilet sahiplerinin zararına ödüllendiren tüm lotarya ve piyango çeşitleri, çok sayıda doğru cevabın içinde yalnızca şansa dayanarak işaretlenen bir cevaba ödül veren bulmacalar, tüm bunlar haramdır. Ne var ki, eşit derecede meşru iki şey veya hak bulunup da, aralarında hiçbir aklî seçim yapma yöntemi olmadığı zamanlarda kura çekmek İslâm’da meşrudur. Söz gelimi ortada her bakımdan aynı hakka sahip iki kişi bulunsun, hâkim birine öncelik tanıyacak hiçbir aklî yargı yolu bulamasın ve taraflardan hiçbiri hakkından vazgeçmesin. Böyle bir durumda, iki taraf da razı olursa sorun kura ile çözülür. Veya, iki meşru şeyden birini seçmek zorunda kalıp da, seçimde güçlük çeken kişi kura atabilir. Hz. Peygamber eşit hakka sahip iki kişi arasında seçim yapması gerekip de, kendisi birinin lehine karar verdiğinde diğerinin alınacağını hissettiği zaman bu yöntemi uygularlardı. 15. “Bugün” belli bir gün veya tarih değil, ayetin indiği gün demektir. “Kâfirler dininizden ümidini kesti” ifadesinin anlamı şudur “Uzun süren sistemli bir direnme ve karşı çıkıştan sonra, dininizi başarısızlığa uğratma ümidini yitirdiler. Dininiz kalıcı bir hayat düzeni olup, sağlam bir temele oturduğundan, artık eski “Cahiliyet’e döneceğinizi ummuyorlar.” Bu yüzden, “Onlardan değil, Ben’den korkun.” Yani, kâfirlerden sizin dinî görevinizi yapmanıza engel olma yolunda gelecek bir müdahale tehlikesi yoktur. Allah’tan korkmalı, O’nun emir ve hükümlerini yerine getirmelisiniz. Çünkü herhangi bir korku nedeniniz kalmamıştır. Artık Yasa’ya itaatsizliğiniz, Allah’a itaat etme niyeti taşımadığınız anlamına gelecektir. 16. “Dininizi kemâle erdirdim” demek, “Onu bütün bir düşünce, hayat sistemi ve medeniyet oluşturan kalıcı bir hayat tarzının gerekli tüm öğeleriyle donattım ve ilkelerini koydum. Tüm insanî sorunların çözümü için ayrıntılı talimatları belirledim. Artık bundan böyle bir başka kaynaktan kılavuz ve talimat aramanıza gerek yoktur.” demektir. “Nimetin tamamlanması”, hidâyet nimetinin tamamlanmasıdır. “Sizin için hayat tarzı olarak İslâm’dan razı oldum; çünkü itaatinizle ve ona olan bağlılığınızla, kabul etmiş olduğunuz İslâm’a içten inandığınızı uygulamada da gösterdiniz. Sizi her türlü kölelik ve bağımlılıktan kurtardığımdan, günlük yaşantınızda Ben’den başkasına teslim olmanız için hiçbir sebep kalmamıştır.” Burada şu anlam da gizlidir “Tüm bu nimetlerime şükür olarak, çizilmiş bulunan sınırları gözetmeyi asla ihmal etmeyiniz.” Bu bildirinin, Hz. Peygamber’in H. 10. yılda yaptığı Veda Haccı’nda indiğiyle ilgili sahih rivayetler konusunda görüşüm şudur Bu önce H. 6. yılda inmiş ve Hac’da yeri gelmişken ilân edilmesi için Hz. Peygamber’e yeniden gönderilmiştir. Çünkü, bu ayet, surenin örgüsü içinde öylesine gereklidir ki, sure onsuz eksik kalırdı. Bu yüzden, onun H. 10. yılda indikten sonra sureye konduğu düşünülemez. İnanıyorum ve doğru olan Allah katındadır ki, indiği zaman bu ifadenin gerçek anlamı kavranılamamıştı. Bu nedenle, tüm Arabistan’ın itaat altına alındığı ve İslâm’ın gücünün doruğuna çıktığı H. 10. yılda, Veda Haccı münasebetiyle açıklanması için Hz. Peygamber’e yeniden vahyolunmuştur. 17. Lütfen bkz. Bakara an 172. 4 Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki “Bütün temiz şeler size helal kılındı.”18 Allah’ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakalayıverdiklerinden de19 -üzerlerine Allah’ın adını anarak-20 yiyin. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. AÇIKLAMA 18. Bu cevapta ince bir nokta gizlidir. Burada, açıkça helâl olduğu belirtilmedikçe her şeyi haram sayan bazı “dinî şahsiyetler”in şüpheci tavırları tashih edilmektedir. Halkı kılı kırk yarmaya ve her şeyde hata bulmaya iten bu şüphenin giderilmesi gerekiyordu çünkü. Öyle ki, halk hayatın her alanında tam bir helâller listesi istemeye başlar ve her şeye şüpheci bir tavırla yaklaşır. Soruyu soranlar, başka her şeyi haram sayabilmek için ayrıntılı bir helâller listesi edinme niyeti taşımaktaydılar. Kur’an aksini yaparak haramların ayrıntılı bir listesini verdi, kalan şeyleri helâl saydı. Büyük bir ıslahattı bu, çünkü, insan hayatını birçok bağlardan kurtarıyor ve insanlığa geniş dünyanın kapılarını ardına kadar açıyordu. Bundan önce, yalnızca belli şeyler helâldi ve kalan geniş dünya haramdı; fakat bu ayet sınırlı şeyleri haram kılıp, öteki geniş dünyayı helâlleştirdi. Ayette yasak listesine alınmayan diğer pis şeylerin helâl sayılmaması için “helâl”, “tayyib”le nitelenmektedir. Bir şeyin “tayyib” temiz-saf olup olmadığına karar vermenin ölçüsü konusunda şunu söyleyebiliriz; İslâm hukukunun herhangi bir ilkesine göre pis olmayan, selim zevke aykırı düşmeyen veya evrensel düzeyde kültürlü kişiler tarafından iğrenç sayılmayan şeyler tayyibdir. 19. Avcı hayvanlar; köpek, leopar, şahin, atmaca gibi vahşi hayvanları kovalamak ve onları yaralamadan efendilerine yakalamak için eğitilmiş kuşlar ve daha başka hayvanlardır. Eğitilmiş av hayvanlarıyla avlanmak ise, avı hırpalayıp yaraladıklarından gayri meşrudur. Bununla birlikte, fakihler arasında bu konuda görüş ayrılıkları vardır. İmam Şafiî ve mezhebine bağlı olanlara göre, eğer su hayvanı veya su kuşu, yakaladığı avın üçte birini bile yerse, hayvanı av sahibi için değil, kendisi için yakaladığı anlamına geleceğinden, bu av haramdır. İmam Malik ve mezhebine bağlı olanlar, su kuşu veya hayvanı, eğer avın üçte birinden daha azını yerse, kalan üçte iki veya daha fazlasının sahibine helâl olduğu görüşündedirler. İmam Ebu Hanife ve mezhebindekilere göre, av hayvanı yakaladığı hayvanın bir kısmını yerse, kalan kısım helâl değildir; fakat, su kuşu avın bir kısmını yerse, kalan kısım haram olmayacaktır. Çünkü av hayvanı avı yemeden sahibi için yakalayıp tutmak üzere eğitilebilir Av kuşuyla yapılan av mutlak olarak haramdır. Çünkü bu kuşlar avı yakalayıp yemeden sahibine getirmek konusunda eğitilemezler. 20. Yani, av hayvanlarını av için salarken “Bismillah” de. Bir hadiste ifade olunduğuna göre, Adiy bin Hatem Hz. Peygamber’e av köpeğiyle avlanıp avlanamayacağını sorar. Hz. Peygamber “Köpeği salma anında Bismillah’ çekersen, köpeğin ondan yememesi şartıyla avı yiyebilirsin. Aksi halde, köpek avı kendisi için yakalamış demek olacağından yiyemezsin” cevabını verir. Sonra Adiy bin Hatem tekrar sorar “Eğer köpeğimi avın üzerine salar, fakat ardından orada başka bir köpek bulursam ne yaparım?” Hz. Peygamber şöyle cevap verir “Onu yeme; çünkü Allah’ın adını kendi köpeğin için andın, öbür köpek için değil.” Ayet, avın helâl olması için avcı hayvanın salınması anında “Bismillah” çekilmesini emretmektedir. Bununla birlikte, eğer avlanan hayvan canlı bulunursa, Allah adına gerektiği şekilde boğazlanmalıdır. Fakat, canlı ele geçirilememesi durumunda av ancak eğer avcı hayvanı salma anında da Allah’ın adı anılmışsa helâl olur. Aynı hüküm okla avlanma için de geçerlidir. 5 Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini mehirlerini ödediğiniz takdirde- size helal kılındı.22 Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana AÇIKLAMA 21. “Kitap ehlinin yemeği”, onlar tarafından kesilmiş olanları da içine alır. “Kitap ehlinin yemeği size, sizinki de onlara helâldir” demek, ne bizim ne de onların üzerinde birlikte yemek konusunda sınırlama yoktur demektir. Müslümanlar kitap ehliyle, onlar da müslümanlarla bir arada yemek yiyebilirler. Fakat, “Bütün tayyib olanlar size helâl kılındı” cümlesinin tekrarlanması oldukça anlamlıdır. Bu gösteriyor ki, eğer kitap ehli İslâm hukuku açısından gerekli kuralları gözetmez veya yiyecek ve içecekleri içine haram şeyler karıştırırlarsa, müslümanlar onların yemeklerine katılmamalıdırlar. Söz gelimi, eğer kestikleri hayvanın üzerine Allah’ın adını anmazlar veya Allah’tan başka bir şeyin adını anarlarsa, bu hayvanın eti müslümanlara haram olacaktır. Aynı şekilde, sofraya likör, domuz eti veya bir başka haram şey konursa, müslümanların onlarla birlikte aynı sofrada yemelerine izin verilmemektedir. Aynı kural, diğer gayri müslimlerin yiyecekleri ve içecekleri için de geçerlidir. Şu kadar ki, müslümanlar gayri müslimlerin kestiklerini yiyemezler. Ancak, kitap ehlinin “Bismillah” çekerek gerektiği şekilde kestikleri temiz hayvanların etlerini yiyebilirler. 22. Burada Yahudilere ve Hıristiyanlara işaret edilmektedir. “Muhsana” olmaları şartıyla ehli kitabın kadınlarıyla evlenme izni verilmektedir. Bu iznin ayrıntıları konusunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Abbas’a göre, bir müslüman ancak İslâm Devleti’nin uyruğu olan ehl-i kitap kadınlarıyla evlenebilir. İslâm Devleti’yle savaş halinde olan ülkelerin Dar-ül Harp’de ve kâfirlerin yurdunda oturan ehl-i kitap kadınlarıyla evlenemez. Hanefiler bu görüşten biraz ayrılırlar ve haram değilse de, yabancı bir ülkede oturan kitap ehli kadınlarla evlenmeyi hoş görmezler. Bunun tersine Said ibn Müseyyib ve Hasan Basri emrin genel olduğu görüşündedirler; onlara göre, ister İslâm Devleti’nin uyruğu olsun, isterse yabancı bir ülkede yaşasınlar, kitap ehli arasında ayırım yapmaya gerek yoktur. Öte yandan “muhsanat” kelimesinin yorumunda da farklılıklar vardır. Hz. Ömer’e göre muhsanat’ namuslu ve iffetli kadınlar demektir. Bu yüzden, O ehl-i kitabın karaktersiz kadınlarını ayetteki evlenme izninin dışında tutar. Hasan Şa’bî ve İbrahim Nehaî de Allah hepsinden razı olsun aynı görüştedirler. Hanefiler de bu görüşü paylaşırlar. İmam Şafiî ise, kelimeyi ehl-i kitabın köle değil de, hür kadınları anlamında alır. 23. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenme izninin hemen ardından gelen uyarı hayli anlamlıdır. Bu izinden yararlanan müslüman, inanmayan karısının etkisine karşı inancını ve ahlâkını titizlikle koruması hususunda ikaz edilmektedir. Karısına karşı duyacağı derin sevgi, kendisini mümin olmayan karısının inançlarına ve hareketlerine yem yapabilir ve bunun sonucunda imanını ve ahlâkını yitirebilir veya inancının ruhuna aykırı olan yanlış bir ahlâkî veya sosyal tavır içine girebilir. 6 Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da yıkayın.24 Eğer cünüpseniz temizlenin gusül edin;25 eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayak yolundan hacet yerinden gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin hafifçe yüzlerinize ve ellerinize ondan Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak27 ister. Umulur ki şükredersiniz. AÇIKLAMA 24. Hz. Peygamber’in uygulaması ve talimatına göre tüm yüzün yıkanması, ağzın içinin, boğazın ve burnun da yıkanmasını içine alır. Başın bir bölümünü oluşturduklarından, kulakların da içten ve dıştan silinmesi gereklidir. Diğer azalar kendileriyle yıkanacağından, her şeyden önce eller temizlenmelidir. 25. Cinsel temas veya ihtilâm sonucu kirlenen’ kişinin gusletmesi gerekir. Kirliyken Kur’an’a dokunmak, namaz kılmak vs. yasaklanmıştır. Ayrıntı için bkz. Nisa an 67, 68, 69. 26. Bkz. Nisa an 69, 70. 27. Ruhun paklığı için bedenin temizliği de bir nimettir. Ancak hem ruh, hem de beden temizliğinde tam bir birlik elde edildiğinde nimet tamamlanmış olur. 7 Allah’ın üzerinizdeki nimetini28 ve “İşittik ve itaat ettik” dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü misakını anın. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir. 8 Ey iman edenler, adil şahidler olarak Allah için, hakkı ayakta Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. 9 Allah, iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir, onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ecir vardır. 10 Küfre sapanlar ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar da, alevli ateşin halkıdırlar. 11 Ey iman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir topluluk, size ellerini uzatmaya yeltenmişti de, Allah, onların ellerini sizlerden geri Allah’tan korkup-sakının. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler. AÇIKLAMA 28. Nimet, Allah’ın müslümanlara Doğru Yolu açıklaması ve onları doğru yolda götürsünler diye dünyanın liderliği mevkiine yükseltmesidir. 29. Bkz. Nisa an 164, 165. 30. Burada Hz. Abdullah İbn Abbas’dan rivayet edilen bir olaya işaret olunmaktadır. Bazı Yahudiler İslâm’a ezici bir darbe vurmak için Hz. Peygamber ve bazı önde gelen sahabelerini öldürmek üzere tuzak kurmuşlardı. Tuzak gereğince Hz. Peygamber’i yemeğe çağırdılar. Fakat, Allah’ın lutfuyla Hz. Peygamber’in tuzaktan haberi oldu ve yemeğe gitmedi. Bu olay, bundan sonra hitabın İsrailoğulları’na yönelmesi üzerine bir giriş niteliği taşımaktadır. Burada İsrailoğulları’na yönelen hitabın iki amacı vardır ehl-i kitabın Allah’la olan ahidleri karşısında takındıkları tavra karşı sakınmaları için müslümanları uyarmak -bilindiği gibi onlar ahdi yerine getirmeyip bâtıla ve kötü yollara sapmışlardı- ve yanlışlarıyla ilgili olarak ehl-i kitabı da uyarıp, onları Doğru Yol’a çağırmak. 12 Andolsun, Allah İsrailoğullarından kesin-söz almıştı. Onlardan oniki güvenilir-gözetleyici31 göndermiştik. Ve Allah onlara “Gerçekten ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar, zekâtı verir, Peygamberlerime inanır, onları savunup-desteklerseniz32 ve Allah’a güzel bir borç verirseniz,33 herhalde sizin kötülüklerinizi örter34 ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır.”35 AÇIKLAMA 31. Arapça nakîp’ kelimesi, koruyan, nöbete durup gözeten demektir. Allah kendilerini din ve ahlâk dışı yollardan korumak için işleri üzerinde gözetici ve bekçi olsunlar diye, on iki İsrail kabilesinin her birinden bir gözetici seçmesini Hz. Musa’ya emretmişti. Kitabı Mukaddes’te nakîp kelimesince ifade edilen dinî ve ahlâkî gözetici olarak değil de İsrail’de binlerce kişinin başları’ olarak babalarının kabileleri içinde on iki reisten sözedilir sayılar, 1; 16. 32. Yani, “Eğer peygamberimin çağrısını kabul eder ve görevlerinde kendilerine yardım ederseniz…” 33. “… Allah’a verilen güzel borç karz-ı hasen” O’nun yolunda harcanılan paradır. Bu tür paraya Kur’an’ın çeşitli yerlerinde güzel borç’ denmekte ve Allah, meşru yoldan kazanılıp, iyi niyetlerle İlâhî emre uygun olarak harcanması şartıyla, bu borcun karşılığını cömertçe kat kat ödeme vaadinde bulunmaktadır. Allah kendi yolunda harcanan bir kuruşu bile kat kat geri ödeyecektir. 34. Allah kötülükleri iki yolla siler’ 1. Bir kişi Doğru Yol’u benimseyip, düşünce ve eylemde İlâhî hidayet’e uyduğu zaman ruhu temizlenmeye ve hayatı çeşitli şerlerden arınmaya başlar. 2. Eğer buna rağmen, tam olarak kemal mertebesine ulaşamaz ve kendinde hâlâ bir takım kötülükler kalırsa, o zaman Allah lütfuyla onu sorguya çekmez ve bunları hesabından siler’. Kişinin temel Hidayet’i içten kabul edip kendisini buna göre yenilemesi şartıyla, Allah’ın küçük günahları hesaba katmakta sert ve katı olmamasındandır bu. 35. “… Kuşkusuz o Dosdoğru Yol’dan sapmıştır”ın anlamı, önce Doğru Yol’u bulmuşken, sonra Onu yitirmiş ve helâk yollarına girmiştir, demektir. “Seva es-Sebil”in anlamını vasat yol, ana yol, dosdoğru yol şeklinde tercüme etsek bile karşılığını tamamen vermiş olmayız. Bu yüzden ben mealde aynen bıraktım. Seva es-Sebil’ kişiye tüm güçlerini, yeteneklerini ve melekelerini geliştirme imkânı veren; özlemlerini, arzularını, duygularını, bedeninin ve ruhunun isteklerini uygun şekilde gideren ve doyuran; başka insanlarla çok yönlü karmaşık ilişkilerini dengede tutabilmesi için kendisini doğruya götüren; tabiî kaynakları eşit derecede kendisinin ve insanlığın iyiliği için kullanma ve değerlendirmede, bireysel ve toplumsal hayatında onu yönlendiren hayat tarzıdır. Kısaca, bireyin ve toplumun manevî, ahlâkî, sosyal, fizikî, ekonomik, siyasal ve uluslararası sorunlarını doğru, düzgün, sağlam ve adaletli biçimde çözmesini sağlayan hayat tarzıdır. İnsanın, insanî sorunların hepsini izafî önemlerini ölçüp tartacak ve önündeki farklı yollar arasında yargıda bulunacak şekilde kavrayamayacağından, sınırlı güçleri ve zekâsıyla bu sorunları tek başına çözemeyeceği açıktır. Bu yüzden, ne zaman kendisi için hayatına bir yol çizmeye çalışmışsa, kendisi, tüm iş ve sorunlarını karmakarışık edip, her yerde kaos meydana getirmiştir. Çünkü, insan dar görüşüyle pek çok ihtiyacın içinden temel bir ihtiyaca, pek çok sorundan tek bir soruna öylesine dalar ki, diğerlerini görmez ve bilerek veya bilmeyerek ihmal eder. İşler bu durumda katlanılmaz hale gelince, ihmal edilmiş bulunan ihtiyaç ve sorunlardan biri insanı yakalar; bu sefer de hayat aynı yıkıcı sonuçla diğer uca doğru koşmaya başlar. Böylece hayat bir uçtan diğerine koşmaya devam eder ve çizdiği tüm yollar bir uçtan diğerine yanlış yönlerde gittiğinden insan dengeli orta yolu, yani Doğru Yol’u hiçbir zaman bulamaz. Kur’an’da Seva es-Sebil ve sırat-ı mustakim, doğru yol olarak nitelenmiştir. Yukarda da belirtildiği gibi, insan kendisini sayısız yanlış ve eğri yolların çukurlarından kurtarıp götürecek doğru yolu çizemez; bu bakımdan Allah büyük lütfuyla insanlığa doğru yolu göstermek için düzenlemelerde bulunmuştur. İnsanlığı doğru yola, dünyada ve ahiret’te gerçek başarıya iletmek için rasûllerini hidayet’le göndermiştir. Kim bu yolu yitirirse burada yanlışa düşecek ve yanlış davranacak, dolayısıyla kaçınılmaz olarak ahiret’te de Cehennem’e gidecektir. Çünkü, bütün yanlış yollar Cehennem’e çıkar. Bu bağlamda, bazı sözde filozofların işledikleri körce hatalara değinmek yerinde olacaktır. İnsan hayatının sürekli iki uç arasında koşup durduğunu farkettikleri zaman, bunların diyalektik sürecin, insanî ilerlemenin ve evrimin tabiî yolu olduğu gibi yanlış bir sonuca varmışlardır. Kendilerine göre her şeyde iç çelişkiler yatmakta ve bu zıtlar arasındaki kavgayla sentezleri, gelişme sürecinin içeriğini oluşturmaktadır. Diyalektik yöntemleri sosyal hayata da uygulayıp, aynı şeyin doğru evrim yolu olduğu sonucuna varırlar. Yine, bir sorunun çözümü için aşırı bir nitelik tezinden kalkarak hızla Doğru Yol’dan uzaklaşıp bir uca koşarlar; ta ki, şaşkınlıkla bu süreçte aynı derecede önemli daha başka sorunlar karşısında büyük adaletsizlikler yapıldığını farkedinceye kadar. Sonra, ilk tezin karşıt-teziyle geriye dönerler ve ikisinin sentezinin, evrimi doğru çözüme götüreceğini varsayarlar. Gerçi, iki zıt arasındaki mücadelenin Doğru Yol’a yaklaşmakta yardımcı olacağı doğrudur; fakat, kendinden başka kişiyi doğru yola sımsıkı bağlayacak başka hiçbir şeyin bulunmadığı İlâhî hidayet’e inanmadıklarından, hemen öte uca koşarlar. Ardından başka sorunlar karşısında büyük haksızlıklar yaparlar ve bu süreç tekrarlanır durur. Eğer, böylesi kıt görüşlü filozoflar Allah’ı ve dinini reddetmemiş ve Kur’an’ı tarafsız bir gözle incelemiş olsalardı, sevinçle sonsuz sayıda eğri büğrü yolların değil de, ancak Doğru Yol’un insanî evrime varan dosdoğru yol olduğunu göreceklerdi. Böylece insanlığı da uçlar arasında amansızca seğirtip durmaktan kurtaracaklardı. 13 Sözlerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. Sık sık Kendilerine hatırlatılan şeyden yararlanıp pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. 14 Ve “Biz hıristiyanlarız”36 diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden yararlanıp pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyamete kadar aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapageldikleri şeyi onlara haber verecektir. 15 Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve bir çoğundan geçiveren elçimiz Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da geldi. 16 Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştır38 ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. AÇIKLAMA 36. Nasarâ isminin, Hz. İsa’nın yurdu Nasıra ile ilgili olduğu varsayımı yanlıştır. Gerçekte, bu kelime nusrat yardım kökünden gelmektedir. Hz. İsa “Allah’ın davasından benim yardımcılarım ensar kimlerdir?” diye sorduğunda, havarileri “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” Saf 14 diye cevap verdiklerinden, Hıristiyanlara Nasârâ’ yardımcılar denmiştir. Hıristiyan yazarlar, küçümsenerek Nasırîler’ denilen ilk Hıristiyanların bir mezhebi olan Nasırlılar’la Nasârâ arasındaki görünür benzerlikten dolayı Kur’an’ın Hıristiyanlara küçümsemeyle Nasârâ dediği şeklinde yanlış bir izlenim edinmişlerdir. Fakat, Kur’an Hıristiyanların kendilerine “Biz Nasâra’yız” dediklerini açıkça belirtir. Hıristiyanların kendilerine hiçbir zaman “Nasurîler” demedikleri açıktır. Bu noktada şurası da belirtilmelidir ki, Hz. İsa havarilerine hiçbir zaman Hıristiyanlar’ veya Mesihîler’ dememiştir. Çünkü O, hiçbir zaman kendi adına yeni bir din kurmak için gelmemiştir. Hz. Musa’nın ve kendinden önce ve kendinden sonra öbür peygamberlerin getirdiği aynı dini diriltmek için gelmiştir. Bu bakımdan, İsrailoğulları’ndan başka yeni bir ümmet oluşturmamıştır. İsraîlîler de yeni bir ümmet olarak var olmamış, kendileri için ayrı bir isim ve sembol de benimseyip almamışlardır. Diğer Yahudilerle birlikte ibadet için Tapınağa Kudüs giderler ve kendilerini Hz. Musa’nın Kanunu’yla bağlı sayarlardı. Bkz. Rasûllerin İşleri, 3; 1, 1014, 151 ve 5, 2121. Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, Pavlos’un Hz. İsa’nın havarisi ve sahabesi olmadığını belirtmeliyiz. Çev. Daha sonra iki taraftan ayrılma süreci başladı. Bir yanda Hz. İsa’nın bir izleyicisi olan St. Paul Pavlos Kanuna uymaya son verip, kurtuluş için gerekli tek şeyin Mesih’e inanmak olduğunu ilân etti. Öte yandan, Yahudi hahamlar sapık bir mezhebe bağlı olduklarını ilân edip, Hz. İsa’nın bağlılarıyla olan ilişkilerini kestiler. Fakat, bu ayrılığa rağmen, başlangıçta Hz. İsa’nın bağlılarına verilen hiçbir ayrı ad yoktu. Onlar kendilerini şakirtler, kardeşler, müminler, azizler gibi çeşitli adlarla çağırıyorlardı. Bkz. Rasûllerin İşleri; 244, 432, 926, 1129, 1352, 151 ve 23, Romalılara Mektup, 1525, Korintoslulara Mektup, 12. Fakat, Yahudiler onları küçümseyip kınayarak kendilerine Galililer veya Nasırîler mezhebi derlerdi. Luka, 132, Rasûllerin İşleri, 245. Bu isimler de, içinde Hz. İsa’nın doğum yeri Nasıra’nın bulunduğu Galile adlı Filistin eyaletinden geliyordu. Ne var ki, bunların hiçbiri Hz. İsa’nın bağlıları için kalıcı bir isim olmadı. Hz. İsa’nın izleyicilerinden Pavlos ve Barnaba ilk kez İ. S. 43-44 te Antakya’ya İncil’de bulunan hakikatleri tebliğe gittiklerinde, müşrikler onları Hıristiyanlar adıyla çağırdılar. Rasûlerin İşleri, 1126. Bu ad her ne kadar kendilerine düşmanları tarafından küçümseme kasdıyla verilmişse de, liderleri “Eğer siz Hz. İsa’nın adıyla anılmakla küçümsenip kınanıyorsanız, bundan mutlu olun… eğer bir kişi bir Hıristiyan olarak işkence çekiyorsa, bundan hiç utanmasın” Petrus, 416 diyerek bu adı kabul ettiler. Uzun vadede, Hıristiyanî’ adının kendilerine düşmanları tarafından verilen kötü bir ad olduğu duygusunu yitirdiler. Açıktır ki, Kur’an çağrıştırdığı küçümsemeden dolayı onlara Hıristiyan’ dememekte, kendilerine Hz. İsa’nın çağrısına “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” diye cevap veren havarilerle aynı adı taşıdıklarını hatırlatmak için Yardımcılar’ demektedir. Kendilerine gerçek isimleriyle seslendiği için teşekür edeceklerine, günümüzün Hıristiyan misyonerlerinin Hıristiyan’ demedi diye Kur’an’a gücenmeleri ne tuhaf değil mi? 37. Yani, “Hiçbir namus duygusu taşımadan Kitap’tan gizlediğiniz pek çok şeyi bildiriyor. Çünkü bunlar gerçek İman’ın yerleşmesi için gereklidir. Öte yandan, açıklanması için gerek olmayan daha başka pek çok şeyi de bırakıyor.” 38. Allah’ın Kitab’ının ve Peygamberi’nin Sünneti’nin ışığında gitmek isteyenleri “Allah selâm yollarına iletir.” Böylece, her yol ayrımında bu nurun yardımıyla güvenli yolun hangisi olduğunu bileceklerinden, yanlış zanlardan, yanlış düşüncelerden, yanlış davranışlardan ve bütün bunların sonuçlarından emniyette olurlar. 17 Andolsun, “Gerçek şu ki, Allah Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler De ki “O, eğer Meryem oğlu Mesih’i, onun annesini ve yer yüzündekilerin tümünü helak yok etmek isterse, Allah’tan bunu önlemeğe kim birşeye malik olabilir? Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır; dilediğini Allah her şeye güç yetirendir. 18 Yahudi ve Hıristiyanlar “Biz Allah’ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz” dedi. De ki “Peki, ne diye sizi günahlarınızdan dolayı azablandırıyor? Hayır, siz O’nun yaratığından birer beşersiniz. O, dilediğini bağışlar, dilediğini azablandırır. Göklerin,yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır. Son varış O’nadır.” 19 Ey Kitap Ehli, peygamberlerin arası kesildiği dönemde “Bize müjdeci de bir uyarıcı da gelmedi” demenize fırsat kalmasın diye size apaçık anlatan peygamber geldi. Böylece müjdeci de, uyarıcı da gelmiştir artık. Allah her şeye güç AÇIKLAMA 39. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı tanrı kabul edip Ona tapınmakla küfür suçunu işlediler. Bu, Hz. İsa’yı Allah’la insanın birleşimi sayma yanılgılarından ileri geldi. Bu yanılgı bilginlerinin bu kadar lâf kalabalığına ve tartışmalarına rağmen Hz. İsa’nın şahsiyetini içinden çıkamadıkları bir bilmece haline getirdi. Ne kadar çözmeye çalıştılarsa, sorun o kadar karmaşıklaştı. Bu karmaşık şahsiyetin insanî yönünden etkilenenler ise, Onu Allah’ın oğlu ve Üç’ün biri haline getirirken, şahsiyetinin İlâhî yönünden etkilenenler ise, Onu Allah’ın insanlaşmış şekli Hulül inancı kabul edip kendisine tapındılar. Bu iki uç arasında orta yolu tutmaya çalışıp tüm yeteneklerini Hz. İsa’nın aynı zamanda hem insan, hem Allah olamayacağını; Allah ve Hz. İsa’nın aynı anda hem de tek bir varlık olmasının imkânsızlığını kanıtlamak için kullananlar da vardı. Bkz. Nisa an 212-215. 40. “O dilediğini yaratır” ifadesi, Hz. İsa’nın olağanüstü mucizevî doğumunun Allah’ın sayısız harikalarından yalnızca biri olduğunu, dolayısıyla bunun ve Hz. İsa’nın ahlâki üstünlüğüyle mucizelerinin, Hıristiyanların O’nu tanrı kabul etmeye götürmemesi gerektiğini anlatmaktadır. Hz. İsa’nın yaratılışından daha harika olan Allah’ın diğer yaratma fiillerini görmeden Hz. İsa’yı tanrı kabul etmek onların kıt görüşlülüğünden ileri geliyordu. Bu yüzden, Allah’ın kudretinin hiçbir sınırı olmadığını unutup, Yaratıcı’nın harika bir yaratığının mucizelerini görerek O’nu yaratıcı saymaya kadar gittiler. Oysa akıllı kişiler Yaratıcı’nın harikalarında Kadir-i Mutlak Yaratıcı’yı görüp, bu harikalardan iman ışığı alırlar. 41. Bu noktada cümle oldukça kapsamlı ve anlamlıdır. Ayrıca ikili bir anlam taşımaktadır. Bu anlamlardan biri daha önce müjdeleyiciler ve uyarıcılar gönderen kudret sahibi Allah’ın şimdi de aynı görevle Hz. Muhammed’i gönderdiği ve bunu yapma kudretine sahip olduğudur. İkinci anlam ise, müjdeleyici ve uyarıcıya itaat etmezlerse, Allah’ın Kadir-i Mutlak olarak, kendilerine hiçbir engelle karşılaşmadan istediği cezayı verebileceğini hatırda tutmaları gerektiğidir. HARİTA -III- İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıktıktan sonra Sina Yarımadası’nda evsiz yurtsuz dolaştıkları yerleri gösterir harita AÇIKLAMA Hz. Musa İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarıp, Sina Yarımadası’nda Moro, Elim ve Refidim yoluyla Sina Dağı’na getirdi. Burada bir yılı aşkın bir süre kalıp, Tevrat’ın emirlerinin çoğunu aldı. Sonra kendisine İsrailoğulları’nı Filistin’e götürüp orayı fethetmesi emredildi. Çünkü bu ülke onlara bir miras olarak verilmişti. Bunun üzerine O, İsrailoğulları’nı Tabera ve Hazera’dan geçirip Faran çölüne geldi, kavminden bazı önde gelenleri casusluk için Filistin’e gönderdi. Gidenler kırk gün sonra geri geldiler ve Kadeş’te raporlarını sundular. Yuşa Yeşu ve Kalib’in yüreklendirici ifadeleri dışında diğerlerinin sunduğu manzara öylesine ürkütücüydü ki, İsrailoğulları bağırıp, çağırarak Filistin’e yürümeyi reddettiler. Bunun üzerine Allah kırk yıl çölde dolaşmalarını irade etti ve eski kuşaktan Yuşa ve Kalib dışında kimse Filistin’i göremedi. İsrailoğulları kırk yıl evsiz yurtsuz Faran, Şur ve Zin çöllerinde dolaşıp durdular ve Amalikalılar, Amoriler, Muablar, Edomitler ve Medyenlilere karşı savaş verdiler. Kırk yıl dolarken Harun Peygamber Edom sınırı yakınındaki Hur dağında vefat etti. Bu sıralarda Musa Peygamber İsrailoğulları’nın başında olarak Muab’a girdi, tüm yöreyi fethedip, Heşban ve Şitim’e ulaştı. Burada Abarim dağlarında vefat etti. Kendisinden sonra ilk halefi Yeşu, doğudan Ürdün nehrini geçerek İsraillilerin eline düşen ilk Filistin şehri Jerika’yı Eriha zaptetti. Ardından kısa bir süre içinde tüm Filistin İsrailoğulları’nca fethedildi. Yukarıdaki haritada yer alan Eyle bugünkü Akabe, muhtemelen Bakara Suresi 65. ayet ve Araf suresi 166. ayette anlatılan Sebt gününün haramlılığına uymayanların yaşadığı yer olsa gerektir. 20 Hani, Musa kavmine şöyle demişti “Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.”42 21 “Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı kutsal yere43 girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.”44 22 Dediler ki “Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar ordan çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet ordan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz.” 23 Korkanlar arasında olup da45 Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki kişi “Onların üzerine kapıdan girin Ona girerseniz, şüphesiz sizler galibsiniz. Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.”dedi. 24 Dediler ki “Ey Musa, biz, orda onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burda duracağız.” 25 Musa “Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır.” dedi. 26 Allah Dedi “Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp-dolaşıp duracaklar.’46 Sen de o fasıklar topluluğuna karşı üzülme.”47 AÇIKLAMA 42. Burada İsrailoğulları’nın Hz. Musa’dan çok daha önce sahip oldukları şeref ve üstünlüğe işaret edilmektedir. Hz. Yusuf gibi yüce peygamberler İsrailoğulları arasından çıktığı gibi, Hz. Yusuf’un zamanında ve sonrasında Mısır’da büyük bir siyasal güce de ulaşmışlardı. Uzun süre zamanlarındaki medeni dünyanın en büyük hâkim gücü olarak kalmışlar ve paraları yalnız Mısır’da değil, çevre ülkelerde de kullanılır hale haline gelmişti. İsrailoğulları’nın ihtişamının Hz. Musa ile başladığı şeklindeki genel inancın aksine,Kur’an onların gerçek ihtişam dönemlerinin Hz. Musa’dan çok daha önce geçtiğini ve bizzat Hz. Musa’nın kendi halkından önceki bu dönemi onların şerefli geçmişi olarak kabul ettiğini belirtmektedir. 43. Arz-ı Mukaddes Kutsal ülke İbrahim, İshâk ve Yakûb Peygamberlerin Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun vatanı olan Filistin’dir. İsrailoğulları en sonunda Mısır’dan ayrıldıkları zaman Allah, bu ülkeyi kendilere vermiş ve burayı fethetmeyi onlara emretmişti. 44. Bu konuşma Mısır’dan çıktıktan iki yıl sonra, İsrailoğulları’nın Sina Yarımadası’na Arabistan’ın kuzey sınırıyla Filistin’in güney sınırının birleştiği yerin yakınındaki Faran Çölü’nde bulundukları sırada yapılmıştır. 45. Korkan bu iki kişi, insanlardan korkan kimseler olduğu gibi, Allah’tan korkan kimseler de olabilirler. 46. İsrailoğulları’nın evsiz yurtsuz dolaşmalarının ayrıntıları Kitab-ı Mukaddes’teki SAYILAR, TESNİYE ve YEŞU bölümlerinde yer almaktadır. Özetle şöyledir bu “Musa Peygamber on iki İsrail nakîbini Kutsal Ülke’de casusluk yapmak üzere Faran Çölü’nden gönderdi. Gidenler gerekli araştırmalarda bulunup kırk gün sonra geldiler ve tüm İsrailoğulları cemaatinin önünde raporlarını sundular. Söyledikleri şuydu. Her yerde süt ve bal akmaktadır… Ama, ülke halkı güçlüdür ve biz kendilerine karşı çıkamayız… Orada gördüğümüz herkes iri yapılıdır. Ve orada Anak’ın oğullarını, devlerin soyundan gelen devler gördük; ve biz kendi gözümüzle çekirgeler gibiydik ve onların gözünde de öyleydik.’ Bu rapor karşısında tüm topluluk bağırıp çağırarak şöyle dediler Tanrım, keşke Mısır ülkelerinde ölseydik; Tanrım, keşke bu çölde ölüp kalsaydık! Ve niçin Rabb bizi bu ülkeye getirdi, kılıçla doğranalım ve eşlerimiz ve çocuklarımız yem olsun diye mi? Mısır’a geri dönmek bizim için daha iyi değil mi?’ Fakat, on iki casusun içinde bulunan Yuşa ve Kalib, korkaklıkları nedeniyle topluluğu azarladılar. Kalib şöyle konuştu Hemen gidelim ve oraya sahip olalım, rahatlıkla bu işin üstesinden gelebiliriz. Sonra, Yuşa ile birlikte dediler Eğer Rabb bizden razı olursa, bizi bu ülkeye götürecek ve orayı bize verecektir… Yeter ki, Rabbe karşı gelmeyin, o ülke halkından da korkmayın… ve Rabb bizimledir; onlardan korkmayın.’ Ne ki, tüm topluluk kendilerini taşa tuttu. Sonunda Allah bu süregelen kötü davranışlarına gazap ederek şöyle buyurdu Şüphesiz bu çölde kırk yıl dolaşacaksınız ve içinizden yirmi yaş ve daha yukarı olanlar bu çölde ceset haline gelecekler, küçükleriniz büyüyecek… onları kabul edip getireceğim ve onlar o ülkeyi bilecekler…’ Bu ilâhi buyruğa göre, 38 yılda Faran Çölü’nden Ürdün’e varabildiler. Bu süre içinde Mısır’dan çıkış sırasında genç olan herkes öldü. Ürdün’ün fethinden sonra Musa Peygamber de vefat etti. Ardından Nun’un oğlu Yuşa Yeşu Peygamber zamanında İsrailoğulları Filistin’i zaptedebildiler. 47. 20-26. ayetlerde anlatılan olay İsrailoğulları’nı uyarmaya yöneliktir. Kendilerine Hz. Musa’ya itaat etmedikleri ve doğru yoldan sapıp korkaklık göstererek, sonunda kırk yıl evsiz yurtsuz dolaşmaya mahkûm edildikleri, buna rağmen hâlâ Peygamber Hz. Muhammed’in tebliğine karşı çıkma tavırlarında ısrar ederlerse, bu seferki cezanın çok daha sert olacağı hatırlatılmaktadır. 27 Onlara Adem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku Onlar Allah’a yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerinki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen Demişti ki “Seni mutlaka öldüreceğim.” Öbürü de “Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder.”48 28 “Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” 29 “Şüphesiz, senin kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni50 ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur.” 30 Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi tahrik edip zevkli göstererek kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. 31 Derken, Allah, ona, yeri eşiyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. “Bana yazıklar olsun” dedi. “Şu kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?”51 Artık o, pişmanlık duyanlardan AÇIKLAMA 48. Yani, “Senin kurbanının kabul edilmemesi benim suçum değildir; takva sahibi olmadığından kurbanın kabul edilmiyor. Bu yüzden beni öldürmeye girişmek yerine, takvayı yerleştirmeye bak.” 49. Bu, “Beni öldürme girişimin karşısında, ben hiç direnmeden elimi kolumu bağlayıp gel beni öldür’ diye karşında duracağım” demek değildir. Bu sözün anlamı şudur “Beni öldürmek için kötü niyetler besleyebilirsin; fakat ben bunu yapmam. Beni öldürme planları yapabilirsin; fakat ben, senin beni öldürme hazırlıklarını öğrendikten sonra bile, senden önce davranmak için bir şey yapacak değilim.” Bu bağlamda şurası iyi anlaşılmalıdır ki, kişinin kendisini ölüme teslim etmesi fazilet değildir. Faziletli bir insan, Hz. Adem’in soylu oğlunun yaptığı gibi saldırganın kendisi değil, düşmanının olmasını tercih eder. 50. Yani, “Aynı suçu işlemektense, senin beni öldürmen için kötü niyetler besleme günahını işlemeni tercih ederim. Böylece sen kendi saldırganlığının günahının yükünü ve hem de, kendimi savunmak için belki sende açacağım yaraların günahını ve yükünü de taşıyacaksın.” 51. Böylece Allah, bir kargayı örnek göstererek cehaleti ve aptallığından dolayı Hz. Adem’in suçlu oğlunu uyarmıştır. Ve o bir cesedi saklama konusunda karganın kendinden daha donanımlı olduğunu gördükten sonra, yalnızca pişman olmakla kalmamış, aynı zamanda kardeşini öldürmekle kötü bir iş yaptığını anlamaya başlamıştır. “Yaptığına pişman olanlardan oldu” ifadesinde bu anlam gizlidir. 52. Hz. Adem’in iki oğlunun kıssası, Yahudileri, Hz. Peygamber ve bazı önde gelen sahabelerini öldürme planlarından dolayı Bkz. Bu sure an 30 ince ve anlamlı bir biçimde kınamaktadır. İki olay arasındaki benzerlik ortadadır. Yahudilerin Hz. Peygamber’i ve bazı sahabeleri öldürme planları, Hz. Adem’in suçlu oğlunun Allah’tan sakınan kardeşini öldürme nedeninden kaynaklanıyordu. Allah lütuf ve nimetini takva sahibi olmadıklarından kitap ehlinden çekip, kendisinden korkmaları nedeniyle ümmî Araplara verdiği için Yahudiler Hz. Peygamber’i ve ashabını kıskanıyorlardı. Sorunu soğukkanlı düşünüp neden mahkûm edildiklerini hesaplayarak, Allah’ın gazabını üzerine çeken hatalarını telâfî etmek yerine, kendilerini öncekinden daha fazla mahkûm edeceğini bile bile yapıyorlardı bunu. 32 Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık53 Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yer yüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın haksızca öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi Kim de onu öldürülmesine engel olarak diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, peygamberlerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. 33 Allah’a ve Resulüne karşı savaş açanların ve yer yüzünde55 bozgunculuğa çaba harcayanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya o yerden Bu, onlar için dünyadaki aşağılanmadır, ahirette de onlar için büyük bir azab vardır. AÇIKLAMA 53. Yani, “Hz. Adem’in zalim oğlunun gösterdiği aynı öldürme belirtilerini gösterdiklerinden dolayı, Allah İsrailoğulları’na öldürmekten vazgeçmelerini emrediyor. Bu yüzden, öldürme konusunda böylesi keskin önlemler getiriliyor.” Fakat, ne yazık ki bu kıymetli talimatlar elimizdeki Kitab-ı Mukaddes’te yer almamaktadır. Ne var ki, Talmud’da şöyle denmektedir İsrail’den tek bir kişiyi öldüren, tüm ırkı öldürmüş gibi cezalandırılacaktır ve İsrail’den tek bir kişiyi koruyan, Allah’ın Kitabı’na göre, tüm dünyayı korumuştur.’ Yine Talmud’da, İsrailîlerden bir hâkimin öldürme katl olayında tanığa, “İsrail’den tek bir kişiyi öldüren tüm ırkı öldürmüş gibi cezalandırılacaktır” diyerek onu uyaracağı yazılıdır. 54. Bu, insan hayatının kutsallığını vurgulamak içindir; insan hayatının korunması için herkesin ve her bir kişinin başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onun korunmasına yardım etmesi gerekir. Haksız yere bir başkasının hayatını alan, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının kutsallığıyla ilgili hiçbir duygu, başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını göstermiş demektir. Bu nedenle o tüm insanlığın düşmanı demektir. Çünkü herkes aynı tür katı kalpliliğin kurbanı olursa, tüm insanlığın sonunun gelmesi kaçınılmazdır. Buna karşılık, eğer bir kişi tek bir insan hayatının korunmasına yardım ederse, tüm insanlığa yardım etmiş demektir. Bu yardımı o insanın, tüm insan soyunun devamına katkıda bulunacak niteliklere sahip olduğunu gösterir. 55. Burada arz’dan kastedilen, kanun ve düzenin devamının, İslâm’ın sorumluluğu altında bulunduğu ve “Allah’a ve Rasülü’ne harp açmanın” İslâm’ın haklı ve meşru yönetim sistemine karşı savaşmak demek olduğu ülke veya bölgedir. Allah’ın Hz. Peygamber’i göndermesinin nedeni, dünyada dirlik-düzenlik tesis etmesi içindir. Buna göre sadece insan değil, hayvan ve bitkiler bile korunacaktır. Bu, insan fıtratına göre mükemmelliktir. Bununla kâinatın tüm imkanları kullanılırken, insanın ilerlemesi ve refahı için bunlardan yararlanılacak ama insanlığın zararı için yararlanılmayacaktır. Böyle bir nizamı bozmaya çalışmak gerçekten Allah ve Rasûlü’ne karşı bir savaştır. 56. Hâkim içtihadını kullanarak, suçun niteliğine ve boyutuna göre bu cezalardan birisini verebilir. 34 Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Biliniz ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, 35 Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakının ve sizi O’na yaklaştıracak vesile arayın;58 O’nun yolunda cihad edin,59 umulur ki kurtuluşa erersiniz. 36 Gerçek şu ki, küfre sapanlar, yeryüzünde olanların tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa, bununla da kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye vermeye kalkışsalar, yine onlardan kabul edilmez. Onlar için acıklı bir azab vardır. 37 Orda Ateşten çıkmak isterler, ama ondan çıkacak değiller. Onlar için sürekli bir azab vardır. 38 Hırsız erkek ve hırsız kadının, çalıp kazandıklarına bir karşılık, Allah’tan da, tekrarı önleyen kesin bir ceza’ olmak üzere ellerini Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. 39 Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve davranışlarını düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. 40 Göklerin de, yerin de mülkünün Allah’a ait olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azablandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, her şeye güç yetirendir. AÇIKLAMA 57. Burada, eğer kötülük çıkarmaktan ve meşru sistemi yıkma girişiminden el çekerler ve davranışlarıyla kanuna bağlı ve barışsever iyi vatandaşlar olduklarını gösterirlerse, pişmanlıklarından önce suçlardan birini işlemiş bile olsalar, ayette geçen cezalardan hiçbirinin kendilerine verilmeyeceği anlamı yatmaktadır. Bununla birlikte öldürme veya hırsızlık gibi, herhangi bir bireye karşı işledikleri bir suçtan dolayı mahkemeye çağrılabilirler; fakat, işledikleri ihanet veya isyan, ya da Allah ve Rasûlüne karşı savaş suçuyla yargılanamazlar. 58. Yani, “Allah’ın, yakınlığı ve razılığını kazanmanıza yardım edecek her türlü aracın peşinden koşun.” 59. “Elinizden geleni yapın” ifadesi “Câhidû”nun anlamını bütünüyle vermemektedir. Cahidû’da şu anlam vardır Müminler Allah’ın yolu üzerinde duran tüm güçlerle mücadele etmelidirler. “Allah yolunda elinizden geleni yaparsanız, ancak, Allah’ın rızasını kazanabilir ve O’nu memnun edebilirsiniz. O halde, sizi Allah’ın yolundan alıkoyan, O’ndan yüz çevirten kulları olarak, O’nun yolunu izlemekten alıkoyan ve sizi kendilerinin veya başkalarının kulları olmaya zorlayan Allah’ın yolu üzerindeki her türlü kişi, grup ve güçle mücadele edin.” Gerçek başarı ve kurtuluşun ise, tümden ve yalnızca Allah’a kul olup, başka hiç bir şeye boyun eğmeden açıktan ve gizliden Allah’a itaatte yattığı ortadadır. Böyle olunca, düşmanla kuşkusuz bir çatışma durumu doğacaktır. Bu nedenle, “mümin” tüm düşman ve karşıt güçlerle her zaman ve her durumda savaşa tutuşmadıkça amacına ulaşamaz. Ne zaman tüm bu engelleri ortadan kaldırırsa, işte o zaman Allah’ın yolunda yürümesini sürdürür. 60. Hırsızın iki değil bir eli kesilir ve ilk hırsızlık olayında sağ elin kesilmesi konusunda icma vardır. Hz. Peygamber emniyeti kötüye kullanıp emanete hıyaneti hırsızlık saymamış ve bu suçu işleyenin eli kesilmeyeceğini irade buyurmuştur. Bu da göstermektedir ki, hırsızlık ancak birinin elinin altındaki mal haksız yere çalınıp mülkiyete geçirildiği zaman meydana gelir. Hz. Peygamber yine, değeri bir kalkandan daha az olan bir malı çalanın elinin kesilmeyeceğini belirtmiştir. O zamanda bir kalkanın fiatı a Abdullah İbn Abbas’a göre on dirhem, b İbn Ömer’e göre üç dirhem, c Hz. Aişe’ye göre bir dinarın dörtte biriydi. Bu farklılık, hırsızlıkta elin kesilmesi için asgari sınırın ne olduğu konusunda fakihler arasında görüş ayrılığına neden olmuştur. İmam Ebu Hanîfe’ye göre bu on dirhemdir, İmam Malik, Şafiî ve Ahmed’e göre ise bir dinarın dörtte biridir. O zaman dirhem üç meşh ve ratti gümüşe, dinarın dörtte biri ise üç dirhem’e eşitti. Yine çalındığında el kesme gerekmeyen pek çok şey vardır. Örneğin, Hz. Peygamber “Meyve ve sebzelerin çalınmasında el kesme yoktur” ve “yenilecek şeylerin çalınmasında el kesme yoktur” buyurmuşlardır. Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadise göre, “Hz. Peygamber zamamında önemsiz şeylerin çalınmasında el kesilmezdi.” Halife Hz. Osman ve Hz. Ali kuş çalanın elinin kesilmemesine hükmetmiş ve buna hiçbir sahabe karşı çıkmamıştı. Hatta Halife Hz. Ömer ve Hz. Ali kamu hazinesinden yapılan hırsızlık karşısında el kesmemiş ve ashab içinde buna karşı çıkan bulunduğu yolunda bir rivayet gelmemiştir. Yukarıdaki örnekleri göz önünde tutan fakihler, elin kesilmesini gerektiren hırsızlıklara pekçok şeyi almamışlardı. İmam Ebu Hanîfe’ye göre sebze, meyve, et, pişmiş yemek, henüz toplanmamış tahıl, eğlence ve müzik aletlerin çalınması halinde el kesilmez. Bunlardan ayrı olarak İmam, ormanda otlayan hayvanlar çalındığında ve kamu hazinesinden Devlet Hazinesi yapılan hırsızlıklar karşısında yine el kesilmeyeceği görüşündedir. Aynı şekilde, diğer imamlar da bazı maddelerin çalınmasını ayette ön gören cezanın dışında tutmuşlardır. Ne var ki, bu tür hırsızlıklara hiç ceza verilmeyecek demek değildir. Kuşkusuz bunlar daha değişik şekillerde cezalandırılırlar. 61. Bu, hırsız pişman olursa eli kesilmez demek değildir. Eli kesildikten sonra tövbe eder, kendini düzeltir ve Allah yolunda, gerçek anlamda Allah’a kul olursa, kendini günahından temizleyecek olan Allah’ın gazabından kurtarır demektir. Öte yandan kişi, eli kesildikten sonra pişman olmaz ve kendini ıslah etmeyerek kötü düşünceler beslemeye devam ederse, gördüğü ağır cezadan sonra bile kalbini hiç temizlememiş demektir. Bu yüzden, eli kesilmeden önce olduğu gibi, yine Allah’ın gazabını hak edecektir. Kur’an’ın böyle bir kişiyi, Allah’ın affını dilemeye ve kendini düzeltmeye teşvik etmesinin nedeni budur. El, toplumun huzurunun korunması için kesilir. Ceza mutlaka ruhu temizleyecek değildir. Ruh ancak tövbe ve Allah’a yönelmekle temizlenir. Hadiste geldiğine göre, bir kere Hz. Peygamber’in emriyle bir hırsızın eli kesilmiş ve ardından Hz. Peygamber kendisini çağırtıp “Allah’ın affını diliyorum” deyip O’na yönelmesini istemiş, hırsız istenileni yapınca, Hz. Peygamber kendisi için Allah’tan bağışlanma dilemiştir. 41 Ey Peygamber, kalpleri inandığı halde ağızlarıyla “inandık” diyenlerle Yahudiler’den küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar,62 sana gelmeyen diğer topluluk adına kulak tutanlar haber toplayanlar Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar,64 “Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının”65-66 derler. Allah, kimin fitneye düşmesini isterse, artık onun için sen Allah’tan hiç bir şeye malik İşte onlar, Allah’ın kalplerini arıtmak Dünyada onlar için bir aşağılanma, ahirette de onlar için büyük bir azab vardır. 42 Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiç bir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen de adaletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adaletle hüküm yürütenleri 43 Allah’ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında olduğu halde, seni nasıl hakem kılıyorlar ve sonra bunun peşinden yüz çeviriyorlar?71 İşte onlar, inanmış olanlar değildir. AÇIKLAMA 62. Burada İslâm’ın ıslah edici çabaları karşısında cahilî durumu korumak için tüm zihinsel enerji ve güçlerini harcayan kişilere değinilmektedir. Bunlar Hz. Peygamber’in aleyhinde her türlü bağnazca tuzaklar kuruyorlar, bilerek gerçeği saptırıyorlar; Hz. Peygamber hiç kişisel çıkar gözetmeden insanlığın ve kendilerinin iyiliği için çalışmasına rağmen yalan, hile, aldatma ve benzer şeylerle O’nu kutsal görevinde başarısızlığa uğratmak için ellerinden gelen kötülüğü yapıyorlardı. Tabiî olarak bu alçak ve soysuz adamların, asil görevini yerine getirmemesi için bayağı taktiklere başvurmaları Hz. Peygamber’i üzüyordu. Allah burada şüphesiz, O’na “Bu üzüntüyü bırak” demek istemiyor; Rasûlünü bu şerli düzenleri nedeniyle cesaretinin kırılmaması için teselli ediyor ve kendilerinden başka türlü davranmaları beklenemeyecek kişilerin ıslahı yolunda çalışmasını sabırla sürdürmesi için öğüt veriyor. 63. Burada iki anlam yatmaktadır 1 Bu kişiler şehvetlerinin, hevalarının tutsağıdırlar. İlgileri Hakk’a değil, yalnızca Bâtıl’a yöneliktir. Bâtıl’a olan iştahlarını yalnızca yalanlar doyurduğu için, ancak arzuyla yalana kulak vermektedirler. 2 Kendilerini yaralamak için haklarında yalan haberler yayma amacıyla Hz. Peygamber ve müslümanların toplantılarına katılmaktadırlar. 64. Burada iki anlam yatmaktadır. 1 İslâm düşmanlarının yararına bir takım gizli bilgiler edinebilmek için Hz. Peygamber toplantılarına ve müslümanların toplantılarına casus olarak gelmektedirler. 2 Hz. Peygamberle ve müslümanlarla doğrudan bağlantı kurma fırsatı bulamayanlar arasında yanlış anlamlara meydan vermek için Hz. Peygamber ve bağlıları aleyhinde sahte suçlama ve iftiralarda bulunmak amacıyla malzeme toplayabilsinler diye düşmanca niyetlerle gelmektedirler. 65. Tevrat’ın kelimelerini yerlerinden çıkarmak ve hevaları doğrultusunda anlamlarını değiştirmekte tereddüt etmeyen bu adamların davranışları karşısında cesaretinin ve şevkinin kırılmaması için Allah Hz. Peygamber’i teselli ediyor. 66. Yani, “Yahudi bilginleri okuma-yazma bilmeyen Yahudilere, Hz. Peygamber’in öğretileri kendilerinkilerle uyuşursa kabul etmelerini, aksi takdirde reddetmelerini söylemektedirler.” 67. Allah kötü eğilimler taşıyan bir kişiyi, acaba içinde iyilikten bir eser kalmış mı kalmamış mı diye önüne bir takım iğva edici şeyler koyarak denemektedir. Eğer o kişide iyilikten hiç bir iz kalmamışsa, önüne konan her şeyi bir fırsat’ bilir ve içindeki kötülük kendisine baskın gelerek, onu her türlü iğva edici şeyin basit bir yemi haline getirir. Böylesi bozulmuş bir durumda, artık bu adamı sapıklıktan kurtarmak iyi niyetli herhangi bir kişinin gücü dışındadır. Bu bağlamda, bireylerin ve toplumların Allah tarafından imtihan edildiklerini fitneye düşürüldüklerini belirtmeliyiz. 68. Kendisini arındırmak istemediği için, Allah böyle bir kişiyi arındırmaz. Eğer insan arınmak isterse ve bu yolda çalışırsa, onu bundan yoksun bırakmak Allah’ın sünnetinden değildir. Allah ancak kendisini arındırmak niyetinde olmayan kişiyi arındırmak istemez. 69. Burada özellikle kendilerinden rüşvet aldıkları ve gayri meşru kazanç bekledikleri kişiler lehine yalan şahitliği kabul edip, haksızca karar veren Yahudi yargıç ve fakihlerine işaret edilmektedir. 70. O zaman Yahudiler iç işlerinde serbesttiler ve aralarındaki davalarda, henüz İslâm Devleti’nin uyruğu olmayıp, yalnızca onunla anlaşma içinde bulunduklarından, kendi kanunlarına göre, kendi yargıçları karar verirlerdi. Bu bakımdan davalarını Hz. Peygamber’e ve O’nun atadığı yargıçlara getirmek zorunda değildiler. Ne ki, kendi kanunlarına göre verilecek hüküm işlerine gelmediği zaman, belki daha lehlerine bir hüküm ortaya çıkar ümidiyle Hz. Peygamber’e gelirlerdi. Burada, Hayber Yahudilerinden saygıdeğer ailelere ait bir kadınla bir erkek arasındaki gayri meşru ilişkinin neden olduğu bir davaya değinilmektedir. Tevrat’a göre Tesniye 2223-24 ikisinin de cezası recm’di. Yahudiler bu cezayı vermek istemediklerinden, davayı Hz. Peygamber’e getirmeye ve recmden başka ceza verirse hükmü kabul etmeye karar verdiler. Hz. Peygamber davayı dinleyince, recm edilmelerine hükmetti; fakat Yahudiler reddettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendilerine cezanın Tevrat’ta ne olduğunu sordu. “Suçluları kamçılamak, yüzlerini siyaha boyamak ve bir eşeğe bindirilmektir.” dediler. Hz. Peygamber zina eden evli bir çiftin cezasının gerçekten dedikleri gibi olup olmadığına dair yemin etmelerini istedi. Biri dışında hepsi yemin etti. Ses çıkarmayan, bizzat Yahudilerce Tevrat’ın en büyük âlimi sayılan İbn Sürya idi. Hz. Peygamber ona dönerek “Kavmini Firavun’dan kurtaran ve Tur’da size Kanun’u veren Allah’a yeminle, Tevrat’ta zinaya verilen cezanın gerçekten bunların dediği gibi olup olmadığını söylemeni istiyorum senden” dedi. İbn Sürya şöyle cevap verdi “Bana böylesine ağır bir yemin vermeseydin, zina cezasının, suçluları recmetmek olduğunu asla itiraf etmeyecektim. Gerçek şu ki, zina edenler içimizden büyük kabul edilen kişiler olduğunda, yargıçlarımız suçlularımızı salıverirlerdi. Fakat, bu haksızlak halk arasında büyük hoşnutsuzluğa yol açınca Kanun’da değişiklik yaptık ve şimdi suçluları recmetmek yerine kamçılıyor ve yüzlerini siyaha boyayıp, bir eşeğe bindiriyoruz.” Bunun üzerine Yahudilerin yapacağı bir şey kalmadı ve suçlular Hz. Peygamber’in emriyle recmedildiler. 71. Bu ayette, Allah dine dayanarak Arabistan’da otorite sağlayan bu dini cemaat’in samimiyetsizliğini bütünüyle açığa vurmaktadır. Allah’ın kitabı olarak inandıkları Kitab’ı arkalarına atıp, davalarını Peygamber olduğuna inanmadıkları Hz. Peygamber’e getirmekle, Kitab’a olan imanlarının, boş olduğunu göstermişlerdir. Yine göstermişlerdir ki, onlar hevalarından başka hiçbir şeye samimi olarak inanmamaktadırlar. Hükmü, hevalarına aykırı düştüğü için Allah’ın Kitab’ı olarak inandıkları Kitab’ı arkalarına atmışlar ve hevalarına uygun gelecek bir hüküm verir ümidiyle, sahte peygamber olarak kabul ettikleri bir kişiye başvurmuşlardır. 44 Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla Bilgin-yöneticiler Rabbaniyyun ve yüksek bilginler de Ahbar,73 Allah’ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından onunla hükmederlerdi. Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır. 45 Biz onda, onların üzerine yazdık Can’a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve bütün yaralara karşılık da kısas Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetsezse, işte onlar, zalim olanlardır. 46 Onların Peygamberlerin ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde ve hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan76 ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil’i verdik. AÇIKLAMA 72. Burada, tüm peygamberlerin müslüman olduğu ve Yahudilerin İslâm’ı bırakıp Yahudi oldukları gerçeği vurgulanmaktadır. 73. Rabbâniler en üst derecedeki uzman bilginler, Ahbar da fakihlerdir. 74. Karşılaştırın; Kitab-ı Mukaddes, çıkış, 2123-25. 75. Burada, eğer bir kişi iyi bir amelde bulunma niyetiyle misillemeden kısas vazgeçerse, bunun pek çok günahına kefaret olacağı belirtilmektedir. Hz. Peygamber bunu şöyle açıklamışlardır “Eğer bir kişi yaralanır ve kısastan vazgeçerse, bağışlaması oranında günahları afolunur.” 76. Bu demektir ki, Hz. İsa yeni bir din getirmemiş, fakat kendinden önce gelen tüm peygamberlerin izlediği aynı yolu izlemiş ve halkı aynı şeye çağırmıştır. Hz. İsa kendi zamanında Tevrat’ın öğretilerinden tahrif edilmemiş olanlara inanıyordu. İncil de aynı şeyi doğrulamaktadır. Matta, 517-18. Kur’an Allah’ın yeryüzünün herhangi bir bölgesine gönderdiği her peygamberin, kendinden önce gelmiş olan peygamberlerin mesajını tasdik ettiğini, onları reddetmek veya dinlerini ortadan kaldırıp yerine kendi dinini kurmak için gelmediğinden, kutsal bir miras olarak bıraktıkları görevi tamamlamak için elinden geleni yaptığını tekrar tekrar belirtir. Aynı şekilde, Allah, kitaplarından hiçbirini önceki kitaplarını reddetmek için değil, aksine desteklemek ve tasdik etmek için göndermiştir. Bazı müfessirler, yukarıdaki ayetlerin yalnızca kitap ehliyle ilgili olduğu görüşündedirler; fakat Kur’an’ın ifadesi hiç de öyle değildir. Hz. Huzeyfe bu tür görüşleri anında ve akıllıca reddetmiştir. Birisi kendisine, bu ayetlerin yalnızca İsrailoğulları ile ilgili olduğunu, yani eğer Yahudilerden biri Allah’ın hükmüne aykırı bir hükümde bulunursa, onun müslüman değil, kâfir, zalim ve fasık olacağını söylediğinde Hz. Huzeyfe şu cevabı vermiştir “Bu İsrailoğuları sizin için ne iyi kardeştirler doğrusu! Acı olan her şey onlara, her tatlı şey de size! Allah’a yemin olsun ki adım adım onların yollarından gidecek ve onların gördüğünü göreceksiniz. 47 İncil sahipleri Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık 48 Sana da Ey Muhammed, önündeki kitapları78 doğrulayıcı ve ona bir şahid-gözetleyici’79 olarak Kitab’ı Kur’an’ı indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indiridğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva istek ve tutkularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, size verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber 49 Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. 50 Onlar hâlâ cahiliye83 hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir? AÇIKLAMA 77. Bu bölümde ayet 44-47 Allah, kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin 1- Kâfir, 2- Zalim, 3- Fasık olduklarını belirtmektedir. Aynı şekilde, Allah’ın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğuyla hükmeden kişi bu üç suçu da işlemiş olur. Önce, Allah’ın indirdiğini reddetmekle küfr suçu işlemiştir. İkinci olarak, bütünüyle adil olan Allah’ın indirdiğini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncüsü olarak ise, Allah’ın kulu olduğu halde, üzerine Hakim olanın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya bir başkasınınkini benimsemekle fasık olmuştur. Böylece uygulamada Rabbine bağlı ve tâbi olmaktan çıkmış ve otoritesini inkâr etmiş olmaktadır ki, bu da fısktır. Bu küfür, zulüm ve fısk, İlâhi hükmü çiğnemenin parçalarıdır. Bu yüzden böylesi bir çiğnemenin olduğu yerde bu üç suçtan kaçınmak mümkün değlidir. Değişen niteliğine ve reddedişin boyutuna göre suçun cinsidir. Eğer bir kişi İlâhi hükmün yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, ilahi hükme aykırı hükümde bulunursa, kelimelerin tam anlamıyla bu kişi hem kâfir, hem zalim ve hem de fasıktır. Bununla birlikte, eğer bir kişi İlâhi hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse, böyle biri İslâm toplumunun dışına çıkmış olmazsa da imanını küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur. Aynı şekilde, eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü reddederse her bakımdan kâfir, zalim ve fasık sayılacaktır. İlâhi hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse, bunu kabul ve reddi oranında iman ve İslâm’ı küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur. 78. Burada el-Kitap kelimesinin kullanılışı oldukça anlamlıdır. “Kur’an kendinden önceki kitaplardan kalanı doğrular” yerine, “Kitap’tan kalanı” denmektedir ki, bu, Kur’an’ın ve Allah tarafından farklı dillerde ve farklı zamanlarda gönderilen kitapların gerçekte aynı tek bir Yazar’ı aynı hedef ve amacı bulunan bir ve aynı kitap olduğunu gösterir. Bu kitaplar aynı bilgiyi ve öğretiyi getirir. Aralarındaki tek fark, farklı dillerde olmaları ve hitap ettikleri kavimlere uygun olarak farklı yöntemler kullanmalarıdır. Bu bakımdan, bu kitapların birbirlerini reddetmeyip desteklemeleri, birbirleriyle çelişmeyip uyuşmaları gerçeği, hepsinin tek ve aynı Kitab’ın el-Kitap değişik nüshaları olduğunu gösterir. 79. Arapça müheymin kelimesi anlam bakımından oldukça kapsamlıdır. Koruyan gözeten, tanıklık eden, barındıran, doğrulayıp destekleyen demektir. Kur’an “Kitab”ı korur. Çünkü onda tüm önceki kitapların öğretileri vardır. Gerçek öğretileri kaybolmasın, boşa gitmesin diye Kur’an önceki kitapları gözetir. Onlarda değişmeden kalan Allah’ın sözüne şahit olduğu için onlara tanıklık eder ve insanların katıp karıştırdığı tevil ve tefsirlerden arındırır. Kur’an’ın doğruladığı Allah’ın sözü, karşı çıktığı ise insanların kattığıdır. 80. “Her biriniz için kanun ve hayat tarzı kıldık” cümlesi, “Bütün peygamberler ve kitaplar aynı yaşama şeklini öğrettiği ve hepsi de birbirini doğrulayıp desteklediği halde, neden kanunlarının ayrıntılarında farklılıklar vardır?” şeklinde gelebilecek bir soruya cevap vermek için konmuş bir ara cümledir. Söz gelimi, yukardaki soru bir örnekle şöyle sorulabilir Çeşitli peygamberlerin ve kitapların getirdiği kültürel ve sosyal düzenlemelerde, meşru ve gayri meşrunun sınırlarında ve ibadet biçimlerinde neden bazı farklılıklar vardır? 81. Bu sorunun cevabı şöyledir 1 Çeşitli konuların ayrıntılarındaki sözü edilen farklılıklardan, bunların ayrı kaynak ve kökenlerinin bulunduğu sonucuna varmak yanlıştır. Gerçekte hepsi de farklı toplumlara ve farklı zamanlara uygun düşsün diye farklı düzenlemeler getirici Allah’tandır. 2 Hiç şüphesiz Allah, başlangıçtan beri tüm insanlar için tek ve aynı Kanun’u koyabilir ve onların hepsini tek bir ümmet yapabilirdi; fakat pek çok gerekli nedenlerle böyle yapmamıştır. Buradaki hikmetlerden biri, kendilerine Allah tarafından verilene itaat edecekler mi, etmiyecekler mi diye insanları denemektir. İlâhî Sünnet’in ruhu ve niteliğiyle birlikte, taşıdığı düzenlemelerin yerini anlayan ve önyargılı olmayanlar, hangi biçimde gelirse gelsin gerçeği tanıyacak ve kabul edeceklerdir. Böyleleri Allah’ın öncekilerin yerini almak üzere gönderdiği yeni düzenlemelere teslim olmakta tereddüt göstermezler. Buna karşılık, Sünnet’in gerçek ruhunu anlamayıp, yalnızca düzenlemeleri ve ayrıntılarını Sünnet’in kendisi yerine koyanlar ve kendi yaptıkları eklentilerden dolayı bağnazlaşıp önyargıya kapılanlar, ellerindekini değiştirmek üzere Allah’tan gelen herşeyi reddedeceklerdir. Ve, bu tür bir deneme yukarda sözü edilen iki tür insanı birbirinden ayırdetmek için gerekliydi. Bu yüzden değişik kanunlar ve düzenlemeler yapılmıştır. 3 Kanunların hepsinin gerçek hedefi, görünürde taşıdıkları farklılıklara bakmadan, Allah’ın insanlara üzerinde yarışmalarını emrettiği faziletlerin yeşertilmesidir. Bu yüzden, Kanun’un gerçek amacını göz önünde bulunduranlar, İlâhî Kanunların ve düzenlerin gösterdiği çizgide bu amaca doğru yürümelidirler. 4 Önyargıların, inadın ve yanlış zihni tavırların ürettiği farklılıklar ne polemikçi sempozyumlarda, ne de savaş alanlarında çözülebilir; bütün bunlar nihaî hükmüyle Allah tarafından karara bağlanacaktır. Bu son Hüküm günü, gerçek açıklanacak ve insanlar hayatları boyunca daldıkları tartışmalarda yatan Hakk’ın veya Bâtıl’ın miktarını öğreneceklerdir. 82. Ara cümleyle kesilen konuya buradan itibaren yine devam edilmektedir. 83. Arapça Cahiliye kelimesi İslâm’ın zıddıdır. İslâm’ın yolu bütünüyle her gerçekliğin bilgisine sahip olan Allah’ın gönderdiği ilme dayanırken, İslâm’ın yolundan ayrılan ve ona karşı olan her yol cahiliyetin yoludur. Arabistan’daki İslâm öncesi döneme, halkın yaşama yollarını sadece zan ve hevaya dayanarak kendilerinin icat etmiş olması anlamında Cahiliye dönemi denir. Bu yüzden ne zaman bu yollardan biri benimsense, bu zaman “cahiliye” zamanı olacaktır. Aynı şekilde, bugün okullarda ve üniversitelerde verilen bilgi yalnızca cüz’î, kısmî bir bilgi olup, hiçbir şekilde insanlığa yol gösterebilecek bir bilgi değildir. Bu yüzden, İlâhî bilgiyi hiçe sayarak, cüz’î bilginin yardımıyla oluşturulmuş hayale, zanna ve tahmine dayalı tüm hayat sistemleri, İslâm öncesi sistemler gibi Cahilî sistemler olmaktan kurtulamayacaktır. 51 Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar veliler edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. 52 İşte kalplerinde hastalık olanların “Zamanın, felâketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz” diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini Umulur ki Allah, bir fetih ya da katından bir emir getirecek de,85 onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. AÇIKLAMA 84. Burada İslâm’la küfür arasındaki çatışma kesin bir sonuca ulaşmadan önce münafıkların içinde bulundukları duruma değinilmektedir. İslâm, bağlılarının fedâkarlıklarıyla her ne kadar bir güç haline gelmiş ise de karşıt güçler de hâlâ oldukça kuvvetliydi ve her iki tarafın zafer şansı eşitti. Münafıklar müslümanların içinde bulunmakla birlikte, mücadele müslümanların yenilgisiyle sonuçlanacak olursa, düşmanlarına rahatça sığınabilsinler diye Yahudi ve Hıristiyanlarla da ilişkilerini sürdürmek istiyorlardı. Sonra ekonomik faktör de vardı ortada; o zaman Arabistan’da ekonomik yönden en iyi durumda olanlar Yahudilerle Hıristiyanlardı. Borç para verme işi bütünüyle onların elinde idi; bu yüzden halkın üzerinde güçlü bir ekonomik baskı kurmuş bulunuyorlardı. Bunun da ötesinde, Arabistan’ın en verimli topraklarına sahip durumdaydılar. Münafıkların kendileriyle olan ilişkilerini korumak istemelerinin nedenlerinden biri de buydu. Kısaca, ekonomik ve siyasal açıdan yıkılabilirler korkusuyla; İslâm’la küfür arasındaki mücadeleden dolayı bunlarla olan ilişkilerini koparmayı son derece tehlikeli görüyorlardı. 85. Yani, “Bu kişileri, mücadelede nihaî zaferin İslâm’ın olacağına inandıracak kesin bir zaferden yoksun bir şey.” 53 İman edenler de “Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah’a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır.”86 derler. 54 Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerirtidat ederse, Allah yerine, kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu,’87 Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan88 bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilendir. 55 Sizin dostunuz veliniz, ancak Allah, O’nun Resulü, rükû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir. 56 Kim Allah’ı, O’nun Resulünü ve iman edenleri dost veli edinirse, hiç şüphe yok, galib gelecek olanlar Allah’ın taraftarlarıdır. 57 Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi, alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dostlar veliler edinmeyiniz. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan korkup-sakının. 58 Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun konusu Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk 59 De ki “Ey Kitap Ehli, yalnızca Allah’a, bize indirilene ve önceden indirilene inanmamız ve sizin çoğunuzun fasıklar olmanız nedeniyle mi bizden hoşlanmıyorsunuz?” 60 De ki “Allah katında, kesinleşmiş bir ceza olarak’ bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah’ın kendisine lanet ettiği, ona karşı gazablandığı ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tağuta tapanlar; işte bunlar, yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan da daha çok sapmışlardır.”91 AÇIKLAMA 86. Samimiyetten yoksun olduklarından, müslüman olarak yaptıkları her iyi amel boşa gitti. Kıldıkları namazlar, tuttukları oruçlar, verdikleri zekatlar ve İslâm hukukuna itaatla yaptıkları diğer şeyler içlerinde samimiyet olmadığından yok olup gitti ve sonuçsuz bütünüyle Allah’a vereceklerine, dünyevî çıkarlarından dolayı bağlılıklarını, Allah’la O’na isyan edenler arasında böldüler. 87. “Müminlere karşı alçak gönüllü” demek, “müminlere karşı hiçbir zaman kuvvet kullanamazlar; zekâ, yetenek, etki, servet, güç veya bir başka şeylerini onlara baskın vermek veya zarar vermek yolunda harcamazlar; müslümanlar böyle kişileri her zaman yumuşak, nazik, içten ve sevgi dolu bulurlar” demektir. “… Kâfirlere karşı onurlu” ise; bir müminin sağlam imanı, samimi dindarlığı, kesin prensipleri, güçlü karakteri ve Allah vergisi zekâsıyla İslâm’ın düşmanlarına karşı sert, keskin, tavizsiz ve dirençli olması demektir. Kâfirler kendisiyle ne zaman çatışmaya girseler, teslim olmaktansa ölmeyi tercih edecek kadar İslâmî prensiplerindeki tavizsizliğinden dolayı, onun ne satın alınabileceğini, ne de zorlanabileceğini farkederler. 88. Bu, korkusuzca Allah’ın Yolu’nda gidecekleri ve O’nun hükümleri doğrultusunda davranıp, bunlara göre neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ilân ederek, karşıtlarının muhalefet, sansür, eleştiri, itiraz ve alaylarına hiç mi hiç aldırmayacakları demektir. Onlar halkın görüşü İslâm’a aykırı da olsa, dünyanın kınama ve alaylarına maruz kalsalar da samimi olarak doğruluğuna inandıkları İslâm’ın Yolu’nda korkusuzca giderler. 89. Sözlerini çarpıtarak, eğlenceye alarak, ezanı alay konusu yaparlar. 90. Ezanı bu şekilde alay konusu yapmaları, onların anlayışsızlıklarının açık bir delilidir. Cehalet ve akılsızlığa bulanmamış olsalardı., müslümanlarla olan dini ayrılıklarına rağmen böylesi basit şeylere dalmazlardı. Çünkü, akıllı bir insan, şekli ne olursa olsun herhangi bir kişinin Allah’a yaptığı ibadetle eğlenmeyi aklından bile geçirmez. 91. 60. ayet, kendileri kötü amellerinden dolayı Allah’ın gazabına, lânetine uğramalarına rağmen, müslümanlara karşı çıkışta Yahudilerin sergiledikleri yüz kızartıcı akılsızlığa ince bir telmihte bulunmaktadır. Kendi tarihlerinden anlaşıldığına göre, Sebt Cumartesi Günü’nün haramlığını yerine getirmemişler ve bu yüzden pek çokları maymunlara ve domuzlara çevrilmişti. Öylesine alçalmışlardı ki, Tağut’a tapınmaya başlamışlardı. Bu yüzden kendileri itaatsizliğe, yüz kızartıcı işlere ve en kötü türde daha başka ahlaksızlıklara dalmışlarken, içtenlikle Allah’a inanan ve Doğru Yol’da giden müslümanlara karşı çıkmaktan vazgeçmeleri için uyarılmaktadırlar. 61 Size geldiklerinde “İnandık” derler. Oysa onlar küfürle girmişlerdir ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını daha iyi bilir. 62 Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür. 63 Bilgin-yöneticileri Rabbaniyyun ve yüksek bilginleri Ahbar, onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi? Yapmakta oldukları bu tür sanat çabaları ne kötüdür. 64 Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır”92 dediler. Onların elleri bağlandı93 ve söylediklerinden dolayı Hayır; O’nun iki eli açıktır, nasıl dilerse infak eder. Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini Biz de onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yer yüzünde bozgunculuğa çaba harcarlar. Allah ise bozguncuları sevmez. 65 Eğer, Kitap Ehli iman edip sakınsalardı, elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış’ cennetlere sokardık. AÇIKLAMA 92. Arapça bir deyime göre, elleri zincirlenmiş’ kimse, son derece cimri bir kişidir. Bununla Yahudilerin demek istediği, Allah’ın cömert olmayı bıraktığıydı. Yahudiler yüzyıllarca en bayağı durumlara düştükten ve tüm ulusal kurtuluş ümitlerini yitirdikten sonra, kaybolmuş şanları için yas tutmaya ve kendileri karşı cimrilik gösteriyor diye Allah’ı suçlamaya başladılar. İçlerindeki beyinsizler, “Allah öylesine sıkılaştı ki, hazinelerin kapılarını bize karşı kapattı. Bizim için belâlâr ve felâketlerden başka yanında hiçbir şeyi kalmadı.” demeye kadar gittiler. Bu tavır yalnızca Yahudilere has değildir. Başka toplumlardaki beyinsiz kişiler de Allah’a dönmek yerine, başlarına bir felâket geldiğinde böylesi günah sözleri söylerler. 93. Yani bizzat kendileri öylesine cimrileştiler ki, cimrilik ve dar düşüncelilikleri birer atasözü haline geldi. 94. Eğer cahilce sözleriyle Allah’ı cömertliğe itmek istiyorlarsa, amaçlarında kötü bir başarısızlığa uğradılar. Günah ve akılsızca sözlerinin sonucunda Allah’ın lânetine uğrayıp, nimet ve rahmetinden yoksun kaldılar. 95. Yahudiler üzerinde istenilen etkiyi yapmak yerine, Allah’ın sözü sağır kulaklara çarptı. Bu yüzden, bundan hiçbir ders almadılar ve inatla Hakk’a karşı çıkmaya başladılar. Yanlışlarını ve kötülüklerini düzeltip, yollarını doğrultacaklarına kimse duymasın diye bu sözü bastırmak için büyük çabalar harcadılar. Böylece kendi iyilikleri ve insanlığın iyiliği için Allah’ın Hz. Muhammed’e indirilmiş olan sözü üzerlerinde hiçbir etki yapmadı, aksine çoklarının isyanı ve küfrünü artırdı. 66 Ve eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rabblerinden indirileni Kur’an’ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından sayısız nimeti İçlerinde aşırı olmayan mutedil bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yapmakta oldukları ise ne kötüdür!. 67 Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bu görevini yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez. 68 De ki”Ey kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça97 hiç bir şey üzerinde değilsiniz.” Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma. 69 Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah’a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak AÇIKLAMA 96. Bu kesin anlamlı cümle Musa Peygamber’in Levililer 26 ve Tesniye 28’de yer alan konuşmasına işaret etmektedir. Bu konuşmasında İsrailoğulları’nı uzun uzun uyarmıştı “Eğer O’nun bütün hükümlerini dikkatle yerine getirir…seniz, o zaman Rabbiniz sizi yeryüzünün tüm uluslarının üzerine çıkaracak ve tüm nimetleri üstünüze inecektir.” Fakat, “Eğer Allah’ın sözünü dinlemez, hükümlerine ve koyduğu kurallara kayıtsız kalırsanız… o zaman da her türlü lanetler, felaketler ve kıtlıklar inecektir üzerinize… Ebedi olan, sizi düşmanlarınızın karşısında bozguna uğratacaktır.” 97. “Tevrat ve İncil’i ikame etmek”, öğretilenleri içtenlikle izlemek ve bunlarda ortaya konan hayatı yaşamaktır. Bu noktada, Kitab-ı Mukaddes’in iki tür yazıyı içerdiği hatırda tutulmalıdır. İçerisindeki bazı bölümler Yahudi ve Hıristiyan bilginlerce eklenmiştir. Kur’an’ın bunların gözetilmesini istemediği açıktır. Fakat, Kitab-ı Mukaddes’te Allah’ın emirleri veya Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun sözleri olarak geçen bölümler de vardır. Kur’an kendisiyle bu bölümdeki öğretiler arasında herhangi bir farklılık olmadığından, bunların gözetilmesini ister. Her ne kadar Kitab-ı Mukaddes’in bu bölümleri de sağlam kalamamış; çevirmenler, yorumcular vs. tarafından yerli-yersiz oraya buraya çekilmişse de, yine bunlar Kur’an’ın ortaya koyduğu aynı temel iman ilkelerini ortaya koyar ve insanı Kur’an’ın öngördüğü aynı hayat biçimine sevkeder. Bu nedenle açıktır ki, eğer Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah’a imân etmiş ve Kitab-ı Mukaddes’teki peygamberlerine gönderilmiş bu öğretileri izlemiş olsalardı. hiç kuşkusuz Hz. Muhammed’in gönderildiği zaman, doğrudan bir ümmet halinde bulunur ve önceki kitaplarda yer alan mesajın aynısını içeren Kur’an’ı hemen kabul ederlerdi. Yine, Hz. Peygamber’i izlemede de hiçbir güçlükle karşılaşmamalıydılar. Çünkü ortada dinlerini değiştirme diye bir şey söz konusu değildi; önceden gittikleri yolda devam edeceklerdi, o kadar. 98. Allah’ın Rasûlüne indirdiği, onların isyanını ve küfrünü artıracaktır. Çünkü onu serinkanlılıkla ve selim bir kafayla karşılamak yerine, inatla karşı çıkmaktadırlar. 99. Bkz. Bakara 62, an80. 70 Andolsun, biz İsrailoğullarından kesin söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir peygamber geldiyse, bir bölümünü yalanladılar, bir bölümünü de öldürdüler. 71 Bir fitne olmayacak sandılar, körleştiler, sağırlaştılar. Sonra Allah, tevbelerini kabul etti, yine onlardan çoğunluğu körleştiler, sağırlaştılar. Allah yapmakta olduklarını görendir. 72 Andolsun, “Gerçekten Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler küfre saptı. Oysa Mesih’in dediği şudur “Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet Çünkü O, kendisine şirk koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir, zulmedenlere yardımcı yoktur.” AÇIKLAMA 99/a. “Allah’ın Rabb’e ibadet edeceksin ve yalnızca O’na kul olacaksın.” Matta, 410. 73 Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler küfre sapmışlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan küfredenlere mutlaka acıklı bir azab dokunacaktır. 74 Yine de Allah’a tevbe edip bağışlanma istemiyecekler mi? Oysa Allah bağışlayandır, esirgeyendir. 75 Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? Yine bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar?100 76 De ki “Size yarara da, zarara da güç yetirmeyen Allah’tan başka şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir.” 77 De ki “Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, bir çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun heva istek ve tutkularına uymayın.”101 AÇIKLAMA 100. Bu ayet Hz. İsa’yı tanrı kabul eden Hıristiyan doktrinini açıkça reddeder. Eğer bir kişi Onun ne olduğunu içtenlikle bilmek isterse, burada verilen işaretlerin yardımıyla kolayca insandan başka bir şey olmadığı yargısına varacaktır. İncil de Onun bir insan ve normal insanların istek ve ihtiyaçlarına tâbi olduğuna tanıklık etmektedir “Bir kadından Meryem doğmuştur O. Diğer insanlar gibi Onun da bir soy kütüğü vardır; başka insan bedenleri gibi aynı özellik ve sınırları taşıyan bir bedeni vardı; uyur, yer, soğuğu ve sıcağı hissederdi; şeytanın kışkırtmasına bile maruz kaldı.” Bütün bunlar Onun İlah ve Allah’a İlahlığında ortak olamayacağını açıkça göstermektedir. Hıristiyanların kendi İncilleri Onu sadece bir insan olarak nitelerken, İlahlığı Hz. İsa’ya vermekte ısrar etmeleri zihni sapıklığın tuhaf bir marifetidir.. Bu, onların İncil’lere değil de, kendilerinin icat edip, ilahlığa yükselttikleri hayali bir Hz. İsa’ya inandıklarının açık bir delilidir. 101. Burada, Hıristiyanların kendilerinden sapık itikat ve yollar edinmiş yanlış yoldaki uluslara telmihte bulunulmaktadır. Telmih, fantazileri Hıristiyanları başlangıçta kendilerine gösterilmiş olan Doğru Yol’dan saptıran Yunan filozoflarındandır özellikle. Mesih’in ilk izleyicilerinin inançları, büyük ölçüde şahit oldukları gerçeğe ve peygamberlerinin kendilerine öğrettiğine uygun düşüyordu. Fakat, daha sonra Hıristiyanlar Mesih’e saygı ve bağlılık göstermede sınırları öylesine aştılar ve inançlarının felsefi yorumlarından ve fantazilerinden öylesine etkilendiler ki, Mesih’in gerçek öğretileriyle ortak hiçbir yanı olmayan yeni bir din icat ettiler. Bu bağlamda, Charles Anderson Scott’un Jesus Chrıst’tinden alınan şu satırlar s 677-678 Encyclopadia Britannica, ondördüncü baskı okunmaya değer “Matta, Markos ve Luka’nın bu noktada taşıdığı gerçek anlam ve önem kuşkuludur başlangıcındaki doğuş hikayelerinden ayrı olarak, bu üç İncil’de yazarlarının İsa’yı, insandan, özellikle Allah’ın ruhuyla donanmış ve Allah’la kendisinden “Allah’ın oğlu” olarak söz edilen varlığını haklılayan kopmaz ilişki içinde bulunan bir insandan başka bir şey olarak düşündüklerini gösteren hiçbir şey yoktur. Matta bile O’na, bir marangozun oğlu olarak değinir ve Petrus’un Onu Mesih olarak tasdik etmesinden sonra, “kendisini alıp sert sözler sarfetmeye başladığını” anlatır. Matta, XVI. 22 ve Luka’da iki mürid Emmaus yolunda Ondan hâlâ “Allah ve tüm insanlar önünde amelde ve sözde sağlam bir peygamber” olarak söz etmektedirler. Luka, XXIV. 19. Oldukça ilginçtir ki, Markos yazılmadan önce “Rabb”in Hıristiyanlar arasında yaygın biçimde İsa’yı tanımlamak için kullanılmakta olduğu gerçeğine rağmen ikinci İncil’de hiçbir zaman bu isimle anılmaz. Kelime Allah için serbestçe kullanılırken, İsa hakkında birinci İncil’de de görülmez. Üçü de taşıdığı büyük önemi vurgulayarak ve bütünüyle İsa’nın çektiği işkenceyi ve ölümünü anlatır, fakat “kefaret” bölümü Markos, X. 45 ve Son Yemek’te ki, bazı sözler dışında, bu kelimeye sonradan eklenen anlamla ilgili hiçbir işaret yoktur. İsa’nın ölümünden günah veya afla herhangi bir ilgisinin bulunduğu bile ima edilmez. Pavlos “kefaret” sözünü etmeseydi, yalnızlığı ve muğlaklığı içinde yaptığını da yapmayacaktı.” Aynı yazar yine şöyle diyor “O’nun kendisini bir peygamber olarak gördüğü, Bugün, yarın veya yarından sonra yoluma gitmeliyim, çünkü bir peygamberin Kudüs’ten yok olup gitmesi olmaz’ gibi birkaç sözünde belli olmaktadır. Luka, 13;39.” O sık sık kendisine insanoğlu’ der. Hatta göğe çıkışından sonra bu çıkış olayı nedeniyle İsa’nın Allah’ın oğlu’ yapılıp tam bir güçle donatıldığını açıklayanın Aziz Pavlos olduğunu söyler. “İsa hiçbir zaman kendisine Allah’ın oğlu’ demez” der o ve bu ismin kendisine başkaları tarafından verildiği zaman, bununla herhalde ancak Onun mesih olduğunun itiraf edildiğini belirtir. Fakat İsa kendisini her zaman mutlak anlamda “Oğul” olarak tarif eder… Bunun da ötesinde, Allah’la olan ilişkisini tarif etmek için yine mutlak olarak “Baba” kelimesini kullanır. Onun bu ilişkinin eşsizliğini her zaman farketmediği düşünülebilir; öyle ki, hayatının ilk döneminde ilk ayrıcalığını başka insanlarla paylaştığı bir ayrıcalık sanıyordu; fakat edindiği hayat tecrübesi ve insan tabiatı hakkındaki derin bilgi, kendisini bu ayrıcalıkta yalnız olduğunu görmeye zorladı.” “Petrus’un Pentrikos’ta söylenmiş Allah’tan razı olmuş kişi’ sözleri, çağdaşlarının İsa’yı nasıl tanıyıp kabul ettiklerini gösterir… İnciller bu sözlerin kabul edilmesi gerektiği hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Onlardan öğrendiğimize göre, İsa fizikî, zihnî ve tabiî gelişme aşamalarından geçmiş, acıkmış, susamış, yorulmuş ve uyumuştu; şaşırtılabilir ve bilgi isteyebilirdi; acı çeker ve ölürdü. Hiç bir zaman sonsuz bilgi iddiasında da bulunmadı. Böyle bir iddia, kuşkusuz yalnızca İncillerin yarattığı izlenime ters düşmekle kalmayacak, aynı zamanda, başlıca günaha teşvik, Gethsemane’ ve Çarmıha Gerilme tecrübeleriyle de uzlaştırılamayacaktı. Bu tür tecrübeler tümden gerçek dışı görülmedikçe, İsa bunları yaşamış ve insani bilgideki peygamberî basirete ve marifete dayalı bir takım değişikliklere tabi insan bilgisinin sınırları içerisinde bu tecrübelerden geçmiş olmalıdır. İsa’yı her şeye gücü yeter görmek için de öyle pek neden yoktur. O’nun Allah’tan bağımsız veya bağımsız bir ilah olarak davrandığına dair hiçbir gösterge yoktur. Gerçekte, ibadet alışkanlığının ve böylesi ancak ibadetle gider gibi sözlerinin de ortaya koyduğu üzere, Allah’a olan bağımlılığını itiraf etmektedir kendisi. Hatta kendisine mutlak anlamda yalnızca Allah’a ait olan iyiliği ve hayrı da yakıştırmamıştır o. Son şekilleriyle Hıristiyan Kilisesi, doğmuş İsa’yı ilâhî varlık düzeyine çıkarıncaya değin yazıya geçirilmemiş olmalarına rağmen, bir yanda kayıtların İsa’nın gerçek insanlığıyla ilgili tüm delilleri barındırması, öte yandan hiçbir yerde O’nun kendisini Allah olarak gördüğüne dair herhangi bir şeyin bulunmaması İncillerin gerçek tarihî karakterleri konusunda dikkat çekici bir şehadettir…” “Allah’ın oğlu ismine İsa ile ilgili olarak kullanıldığı şekliyle, ilk olarak tümden dinî bir muhteva verenin, ilk Hıristiyan toplumu mu yoksa bizzat Pavlos’un kendisi mi olduğunu kestirmek mümkün olmayabilir. Herhalde birincisi, yani toplumun kendisi olsa gerektir. Fakat havari Pavlos şüphesiz bu ismi tüm anlamıyla benimsemiş ve Oğul İsa/Krist’e Ahd-i Atik’te özellikle Rabb Yehova’ya verilen pek çok fikir ve deyim aktararak anlamı açıklığa kavuşturmak için çok şeyler yapmıştır. Her ismin üstünde bu ismi, Rabb’ ismini vermiştir Ona. Aynı zamanda Krist’i Allah’ın hikmeti ve Allah’ın şanı ile eşleştirip, Ona mutlak anlamda Oğul’luk da vermekle Pavlos, İsa Krist için Allah’la miras yoluyla gelen eşsiz, ahlâkî kişisel ve sonsuz bir ilişki iddia etmiş oluyordu. Öte yandan, Pavlos çoğu biçim ve yollarla İsa’yı Allah’la eşleştirmişse de, kendisi Ondan Allah olarak söz etmekten kaçınmıştır…” s. 22-25, Enc. c. 13, 1946. “Üçleme Düşüncesi biçimleri Yunan filozoflarına ait olup, onlardan Yahudi öğretilerine girmiştir. Böylece, tipik bir bileşimle karşılaşıyoruz. İsa’nın kişiliğinde olgunlaşan Kitab-ı Mukaddes’in dini doktrinleri yabancı bir felsefenin içinden geçmektedir…” “Üçleme Doktrini’nde Yahudi kaynağı, Baba, Oğul ve Ruh terimlerini donattı. İsa son terimi nadiren kullandığı gibi, Pavlos’un onu kullanışı da o kadar açık değildir. Yahudi edebiyatında ise bu bütünüyle şahıslaştırılmıştır. Görüldüğü üzere Yunan etkisiyle değişikliğe uğramışsa da, malzeme Yahudi’ye aittir; fakat sorun Yunan’ındır ve öncelik ahlakî hatta dinî bile değil, metafizikîdir. Nedir bu üç faktör arasındaki ontolojik ilişki? Kilisenin cevabı İznik formülündedir ve Yunan karakteri taşımaktadır…” Enc. Britanicca, c 5, s. 633 son satır, “Christianity” maddesi.. 78 İsrailoğullarından küfredenlere, Davud ve Meryem Oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. 79 Yapmakta oldukları münker çirkin işlerden birbirlerini Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!. 80 Onlardan çoğunun küfre sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazablandı ve onlar azabda ebedi kalacaklardır. 81 Eğer Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır. 82 Andolsun, insanlar içinde, müminlere en şiddetli düşman olarak Yahudiler ve müşrikleri bulursun. Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da “Hıristiyanlarız” diyenleri bulursun. Bu, onlardan birtakım papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. 83 Peygambere indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki “Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz.” AÇIKLAMA 102. İsrailoğulları’nın bozulması evrensel sürece göre meydana gelmiştir. Önce bir toplumda bazı bireyler bozulur; eğer toplumun kollektif bilinci canlıysa, kamuoyu bunları bastırır ve toplum bütün olarak bozulmaktan kurtulur. Fakat, toplum bozulmuş üyelerinin gittiği yollara adeta onları onaylarcasına ve kendilerini istediklerini yapmada serbest bırakırsa, başlangıçta birkaç kişiyle sınırlı olan bozulma yavaş yavaş toplum içinde yayılır. İşte İsrailoğulları’nda olan buydu. Davud ve İsa peygamberlerin Allah’ın selamı üzerlerine olsun diliyle lânetlenme konusunda bkz. Zeburlar 10 ve 50, Matta 23. 103. Eğer Yahudiler Allah’a, Nübüvvet’e, Vahy’e içtenlikle inanmış olsalardı, kendiliklerinden aynı şeylere inanan müslümanlar tarafını tutarlardı. Ne ki, Yahudilerin Kitab’a olan inançları tuhaftı; Tevhid’le Şirk arasındaki savaşta müminlere karşı müşriklerin yanında yer alıyorlardı. Bundan da öte, Nübüvvet’e inandıklarını iddia etmelerine rağmen, ona inanmayanların tarafını tutuyorlardı. Bütün bunlara rağmen, utanmadan Allah’a, peygamberlere ve kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlardı. 84 “Hem Rabbimizin bizi salihler topluluğuna katmasını umarken ne diye Allah’a ve bize haktan gelene inanmayalım?” 85 Böylelikle Allah, dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların karşılığıdır. 86 Küfre sapanlar ve ayetlerimizi yalanlayanlar; işte onlar, çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar. 87 Ey iman edenler, Allah’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın104 ve haddi Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez. AÇIKLAMA 104. Bu ilâhî emir iki şeyi ima etmektedir 1 Bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri haram yapmada sizin hiç bir yetkiniz yoktur. Helâl ancak Allah’ın helâl kıldığı; haram da ancak Allah’ın haram kıldığıdır. Bu nedenle, helâli haram, haramı da helâl yaparsanız İlâhî Kanunu değil, kendi kanununuzu izliyorsunuz demektir. 2 Hıristiyan rahipleri, işrakî mutasavvıfları, Hindu fakirleri veya Budist dilencileri ve benzerleri gibi böyle bir zühd yolunu benimsememelisiniz. Dindar kişiler arasında her zaman var olagelen bedenin arzularının normal şekilde doyurulmasını bile ruhî gelişmeye aykırı bulmak biçimindeki genel eğilime karşı müslümanları uyarmak demekti bu. Böyleleri nefse eziyet etmeyi, benliği inkârı ve sürekli perhizi kendi başlarına fazilet kabul edip, bu türlü zühd yolları olmadan Allah’a yaklaşılamayacağını sanırlar. Gerçekte bazı sahabeler arasında bu tür eğilimler başgöstermişti. Hz. Peygamber’in ashabından bazılarının gündüzleri daima oruçlu bulunup, geceleri hiç uyumadan sürekli Allah’a ibadet etmek, et ve yağ yemeyip kadınlara da yaklaşmamak için yemin ettiklerini duyduğunda, onları bu tür uygulamalardan men etmiş ve bir hutbe sunmuştu. Hutbede şöyle buyurmuşlardı “Bana böyle şeyler emredilmiş değildir, nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır; bu yüzden oruç da tutun, yiyin de. Geceleri ibadet ettiğiniz gibi uyuyun da. Ben bazı günler oruç tutarım, bazı günler tutmam; et de yerim, yağ da, benim sünnetim budur, benim sünnetimi beğenmeyen benden değildir.” Hz. Peygamber bir başka hadislerinde aynı şeyi vurgulayarak şöyle buyurmuşlardır “Bazı insanlara ne oluyor da kadınları, güzel yiyecekleri, uykuyu ve dünyanın daha başka güzel şeylerini kendilerine haram ediyorlar? Ben size rahipler olmayı öğretmedim. Benim öğrettiğim yaşama şekli ne kadınlardan uzaklaşmaya, ne et yememeye izin verir, ne de dünyadan el etek çekmeye. Kanun, nefsinizi disiplin altına almak için Oruc’u ve zühdden elde edilecek yararlar için de Cihad’ı öngörmüştür. Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak tutmayın. Hacc’ınızı ve umre’nizi yapın, zekât’ı verin ve Ramazan ayı’nda da oruç tutun. Sizden önce helâk olan insanlar kendilerine göre bir zühd yolu tuttukları için helâk oldular; böyle yaptıkları için de Allah aynı şeyi kendilerine emretti. Şu anda manastırlarda gördükleriniz aynı türdendirler.” Aynı anlamda yine bazı hadislerden, Hz. Peygamber’in bir sahabenin uzun süredir karısıyla cinsel ilişkiden vazgeçip, tüm vaktini ibadete ayırdığını duyunca hemen kendisini çağırıp, “Şimdi doğru karına git” diye emrettiğini, sahabenin “Oruçluyum” demesi üzerine, “Orucunu boz ve karına git” diye cevap verdiğini öğreniyoruz. Aynı türden bir başka olay daha var. Bir kadın Halife Hz. Ömer’e gelip, “Kocam gündüz oruç tutuyor, geceyi ise ibadetle geçiriyor” diye şikâyette bulunur. Hz. Ömer Ka’b b. Sevr el-Ezdî’yi durumu öğrenmek üzere gönderir ve kocanın üç geceyi ibadetle geçirip dördüncü gece karısına yaklaşmasını emreder. 105. “Sınırı aşmak” ifadesinin anlam sahası oldukça geniştir. Eğer kişi helâli haram yaparsa, Allah’ın temiz kıldığı şeylerden sanki temiz değilmiş gibi geri durursa, temiz şeylerin kullanımında aşırı giderse veya helâlmiş gibi haramlardan yararlanma yoluna giderse hep sınırı aşmış olur. Allah bu tür sınırı aşma eyleminden hoşlanmaz. 88 Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’tan da korkup-sakının. 89 Allah sizi, yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden’ dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağlandığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun yeminin keffareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bunlara imkân Bulamıyan için üç gün oruç vardır. Bu, yemin ettiğinizde bozduğunuz yeminlerinizin Yeminlerinizi Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersiniz. 90 Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa 91 Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi? 92 Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğidir. 93 İman edenler ve salih amellerde bulunanlar için korkup-sakındıkları, iman ettikleri ve salih amellerde bulundukları, sonra korkup-sakındıkları ve iman ettikleri ve sonra yine korkup-sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde yasaklanmadan önce dedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever. AÇIKLAMA 106. Bazıları helâl şeyleri kendilerine haram kılmak için yemin ettiklerinden dolayı, burada, yiyeceklerle ilgili talimatlarla bağlantılı olarak yeminler hakkındaki hüküm ortaya konuyor. Hüküm şöyle Eğer bir kişi gerisinde bir niyet taşımaksızın veya kasıt olmaksızın yemin ederse, yemininin gereğini yerine getirmekle yükümlü değildir. Çünkü bu tür yemin için, herhangi bir ceza veya kefaret yoktur. Fakat, eğer kişi bile bile yemin ederse, bu yeminini bozmalı ve günah gerektiren bir yemini bozduğu için de ceza olarak kefaretini de ödemelidir. Ayrıca bkz. Bakara an 243-244, Nisa an 125 107. “Yeminlerinizi koruyun” emri üç anlam ifade eder 1 Kişi yeminden doğru yoldan yararlanmalı, yersiz ve günah gerektirici şeyler için yemine başvurmamalıdır. 2 Bir şey için yemin ettiğinde, unutmamak için onu sürekli hatırda tutmalıdır. 3 Haklı veya doğru bir şey için kasden yemin ettiğinde gereğini yerine getirmeli, getirmediği takdirde kefaretini ödemelidir. 108. Ensab, Ezlâm ve Meysir’in anlamı için bu suredeki an 12 ve 14’e bakın. Fal oklarıyla kehanet anlamındaki ezlâm tabiatı gereği bir tür kumarsa da, meysir’le arasında küçük bir fark vardır. Ezlâm, şirk ve bâtıl inanca bulanmış kehanet ve kura biçimleri için kullanılırken, meysir servetin şans aletleriyle kazanılıp bölüşüldüğü biçimler için kullanılır. 109. Bu ayette dört şey mutlak olarak haram kılınmaktadır İçki, kumar, ensab Allah’tan başkalarına tapınmak için adanmış ve içlerinde Allah’tan başka şeylerin adlarına kurbanlar ve hediyeler sunular yerler ve kehanet araçları. Bunlardan son üçünün niteliği açıklanmış bulunuyor. İçki hakkında hüküm ise, ayrıntıları ile şöyledir İçki bu ayetle mutlak anlamda haram kılınmadan önce, hakkında iki hüküm daha inmişti. Bakara 219, Nisa 43. Son hüküm gelmeden önce Hz. Peygamber kendileri mutlak yasağa hazırlamaları için halkı toplamış ve onları uyararak şöyle demişti “Allah insanların içki içmelerinden asla hoşlanmaz. Mutlak yasak yakında gelse gerektir. Bu yüzden ellerinde içki bulunanlar en iyisi mi onu satsınlar.” Bundan bir süre sonra, Maide suresi 90. ayet inince, “Şu anda ellerinde içki bulunanlar artık onu ne içebilir, ne de satabilir; bu yüzden onu yok etsinler.” diye ilânda bulundu. Bunun üzerine dökülen içkiler Medine sokaklarında aktı. Bununla birlikte bazıları “Onu Yahudilere hediye edemez miyiz?” diye Hz. Peygamber’e sordular. Cevap şöyleydi “Onu haram eden, hediye olarak verilmesini de yasaklamıştır.” Daha bazıları “Onu sirke yapamazmıyız” diye sordular. Cevap “Hayır, dökmelisiniz” şeklinde oldu. Bir başkası tekrar tekrar sordu “İçkiyi ilaç olarak da kullanamaz mıyız?” Hz. Peygamber üstüne basa basa bunu da reddetti ve şöyle buyurdu “Hayır, o bir ilaç değil, bir hastalıktır.” Yine, bir başkası daha sordu “Efendim, biz çok soğuk bir yerde yaşıyoruz ve işimiz de yorucudur. Bu bakımdan, yorgunluğumuzu gidermek ve ısınmak için içki içiyoruz.” Hz. Peygamber şöyle dedi “İçtiğiniz sarhoşluk veriyor mu?” “Evet” dedi adam. Bunun üzerine, Hz. Peygamber “Ondan el çek” buyurdular. Soruyu soran adam bu kez, “Bizim orada oturanlar bunu kabul etmiyecektir.” dedi. Hz. Peygamber buna da şöyle karşılık verdi “Eğer kabul etmezlerse git, onlarla savaş.” İbn Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır “Allah içkiyi ve onu içeni, sunanı, satanı, alanı, üreteni, ürettireni, taşıyanı ve kendisine taşıtanı lânetlemiştir.” Bir başka hadisinde Hz. Peygamber müslümanlara içkiyle birlikte sunulan yemekten yemeyi yasaklamıştır. Yasağın ilk döneminde, içkiyi çıkarmada ve içmede kullanılan aletlerden yararlanılmasını bile yasaklamış, fakat daha sonra yasa iyice yerleşince bunların kullanımına izin vermiştir. Arapça “hamr” kelimesi öncelikle üzümden yapılan şarap anlamına geliyorsa da, buğday, arpa, kuru üzüm, hurma ve baldan yapılan içkiler için de kullanılır olmuş ve yasak, sarhoşluk veren her şeyi içine almıştır. Hadisler bu noktada oldukça açıktır “Her sarhoşluk veren hamrdır ve haramdır. “Sarhoşluk veren her içki haramdır,” “Her sarhoşluk veren şeyi yasaklıyorum.” Cuma hutbelerinden birinde Halife Hz. Ömer hamr’ı “düşünme melekesini gideren her şey” olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda Hz. Peygamber genel ilkeyi şöyle koymuşlardır Çoğu sarhoşluk veren şeyin en az miktarı da haramdır; bir bardağı sarhoşluk veren şeyin bir damlası da haramdır…” Hz. Peygamber zamanında sarhoş için belli bir ceza yoktu. Tutuklanıp mahkemeye çıkarılan suçlu ayakkabılarla dövülür, tepiklenir, yumruklanır, çomaklanır ve kırbaçlanırdı. Bu suç için verilen cezanın en yüksek miktarı kırk kırbaçtı. Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk günlerinde de aynı ceza uygulanıyordu. Fakat o suçların arttığını görünce, diğer sahabelere de danışarak cezayı seksen kırbaca çıkardı. İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve bir rivayete göre İmam Şafiî de aynı görüşteydiler. Fakat, İmam Ahmed b. Hanbel ve bir başka rivayete göre İmam Şafiî, içki içmenin cezasının kırk kırbaç olduğu fikrindedir. Hz. Ali de kırk kırbacı kabul etmiştir. İslam fıkhına göre, yasağın üzerinde durmak İslâm Devleti’nin görevidir. Nitekim, Hz. Ömer zamanında Beni Sakif kabilesinden Ruveyşid adlı bir adamın dükkanı, içinde gizlice şarap üretilip satıldığı için yakılmıştır. Başka bir seferinde ise, şarap sattıkları için bir köyü yaktırmıştır. 94 Ey iman edenler, Allah görünmezlikte gaybte kendisinden kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği avdan bir şeyle andolsun sizi deneyecektir. Artık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acıklı bir azab vardır. 95 Ey iman edenler, siz ihramlıyken avı Sizden kim onu kasıtlı olarak taammüden öldürürse, cezası, hayvandan öldürdüğünün bir benzeridir. Buna da, Kâbe’ye ulaşmış bir kurbanlık olarak içinizden adalet sahibi iki kişi hükmedecektir. Veya yoksulları doyurmak ya da onun dengi oruç tutmak olan bir keffaret Böylelikle işlediğinin vebalini tadmış olsun. Allah geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öc alacaktır. Allah üstün ve güçlü olandır, öç sahibidir. 96 Deniz avı ve onu yemek size ve yeryüzünde dolaşanlara bir yarar olarak helal İhramlı olduğunuz sürece kara avı ise size haram kılınmıştır. O’na götürülüp toplanacağınız Allah’tan korkup-sakının. 97 Allah, Beyt-i Haram olan Kâbe’yi insanlar için bir ayaklanma kıyam evi kıldı; Haram Ay’ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları Bu, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah’ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz 98 Bilin ki, Allah gerçekten cezası pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. 99 Peygambere tebliğden başka yükümlülüğü yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir. AÇIKLAMA 110. Haram bölgede veya ihramlıyken avlanmak ya da şu veya bu şekilde bir başkasının avlanmasına yardımcı olmak yasaklanmıştır. Aynı şekilde ihramlı olan kişinin özellikle kendisi için öldürülmüş avdan yemesi de haramdır. Bununla birlikte ihramlı olmayan bir başkası kendisi için avlanır ve avının etinden bir hacıya verirse, bundan yemekte bir zarar yoktur. Şüphesiz, zararlı hayvanlar bu yasağın dışındadır. Hac için konmuş sınırlar içindeyken bile yılan, akrep, kuduz köpek ve daha başka zararlı hayvanlar öldürülebilir. 111. Bu iki adaletli kişi, kaç yoksulun doyurulacağı veya belli bir hayvanın öldürülmesi nedeniyle kaç gün oruç tutulacağı konusunda da karar verecektir. 112. Deniz avı helâl kılınmıştır. Çünkü bazen bir deniz yolculuğunda eldeki malzeme kıt gelebilir, elde yiyecek bir şey kalmayabilir. 113. Arabistan için Kâbe yalnızca kutsal bir ibadet yeri olarak kalmayıp, gerek ibadet yeri olması, gerekse kutsallığı nedeniyle ekonomi ve kültüre yön veren araç görevi yapıyor ve ülkede merkezi bir yere sahip bulunuyordu. Ülkenin her yanından insanlar hac ve umre için Kâbe’ye geliyorlar ve toplanan büyük kalabalık başka zaman kabile kavgalarıyla parça parça olan Araplar arasında birlik duyguları doğmasına yardım ediyordu. Ayrı ayrı kabile ve yerlerden gelen hacılar bir arada kültürel bağlar oluşturuyorlardı. Şiir yarışmaları, dillerini ve edebiyatlarını zenginleştiriyordu. Hac mevsiminde yapılan ticaret ve alış-verişler halkın ekonomik ihtiyaçlarını gidermede yardımcı oluyordu. Kutsal aylar Araplara dört aylık barış sağlıyor ve bu da ülkenin bir bölgesinden diğerine kervanların güvenlik içinde gidip gelebildiği tek dönem oluyordu. Kurban için ayrılan hayvanlar ve boyunlarına takılan yakalıklar kervanların hareketlerine önemli ölçüde yardım ediyordu. Çünkü Araplar bunlara öylesine saygı gösterirdi ki, kimse soygun niyetiyle kendilerine dokunmaya cesaret edemezdi. 114. Yani, “Eğer Kâbe’nin kutsallığı ve hac için konan sınırlamalardaki hikmeti ve bundan kaynaklanan yararları iyice düşünürseniz, bütün bunları öngören Allah’ın yarattıklarının saadeti ve ihtiyaçları hakkında nasıl derin ve tam bilgisi olduğunu kabul edersiniz. Kavrarsınız ki, O’nun koyduğu hükümlerden her birinin insan hayatının değişik yönlerine dönük çok yararları vardır. Hz. Peygamber’in gelişinden önceki karışıklık yüzyıllarında bile Allah Kâbe’yi, kendinizin anlamsızca yok etmeye çalıştığınız hayatınız için bir güvenlik ve istikrar aracı yapmıştı. Aynı şekilde Allah’ın hükümleri, güvenliğinizi ve refahınızı garanti etmektedir. Bu bakımdan kendi iyiliğiniz için bu hükümleri gözetmelisiniz. Çünkü bunlarda kendi araçlarınızla ne görebileceğiniz, ne de elde edebileceğiniz gizli yararlar vardır.” 100 De ki “Murdar ile temiz-murdar’ın çokluğu hoşuna gitse de- bir Ey temiz akıl sahipleri, Allah’tan korkup-sakının. Umulur ki kurtulaşa erersiniz. 101 Ey iman edenler, size açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın;116 Kur’an indirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, kullara yumuşak olandır. 102 Sizden önce bir topluluk onu sormuştu da sonra kâfirler AÇIKLAMA 115. Bu ayet, eşyanın yalnızca dış yüzüne bakanların ölçülerinden bütünüyle farklı yeni değer ölçüleri getirmektedir. Eşyayı zahiriyle değerlendirenler niceliğe bakarlar, niteliğe değil. Söz gelimi, paranın kazanılma biçimine değer vermeyenler için yüz rupi her zaman beş rupiden daha büyüktür. Fakat bu ayet, bu tür değerlendirmenin aksine, haklı yollarla kazanılan beş rupinin paklığı nedeniyle daha değerli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ölçüye göre bir şeyin değerini arttıran veya eksilten o şeyin nicel kemmî miktarı olmayıp, gerçekte o şeyin temiz mi, yoksa kirli yollarla mı kazanıldığıdır. Açıktır ki, bir damla gül kokusu bir yığın çerçöpten çok daha kıymetlidir. Aynı şekilde bir bardak temiz suyun, bir depo pis idrar karşısındaki değeri ne kadar fazladır. Bu yüzden akıllı olan, önemsiz ve değersiz de görülse her zaman helâl olanla yetinecek haram olan cazibeli ve büyük şeylere asla el atmayacaktır. 116. Bazıları Hz. Peygamber’e ne dünyalık işler için pratik bir fayda taşıyan, ne de manevî yücelişe yol açacak olan yersiz gereksiz sorular sormaya alışmışlardı. İşte bu ayet bu tür soruların sorulmasını yasaklamaktadır. Bir defasında bir kişi bir toplantıda, “Benim gerçek babam kim?” diye sormuştu. Yine, bazen, halkın iyiliği için kasden açıklanmaması gereken bir takım yasal sorunlar hakkında açıklama isteyen gereksiz sorular da soruluyordu. Örneğin, her yıl yapılıp, yapılmayacağı açıklığa kavuşturulmadan hac bir emirle zorunlu kılınmıştı. Biri bunu duyunca hemen sordu “Her yıl haccetmek zorunlu mudur?” Hz. Peygamber cevap vermediler. Adam soruyu tekrarladı, fakat yine cevap alamadı. Adam soruyu üçüncü defa sorunca, Hz. Peygamber’in cevabı şöyle oldu “Yazıklar olsun sana! Eğer evet’ deseydim hac her yıl farz olacak ve senin gibileri buna güç yetiştiremeyeceğinden itaatsizlik suçu işlemiş olacaklardı.” Bizzat Hz. Peygamber halkı sırf soru sormak için soru sormaktan men etmiştir. Bir hadislerinde, “Müslümanlar karşısında en büyük suçlu, haram değilken sorusu nedeniyle bir şeyin haram kılınmasına yol açandır.” uyarısında bulunmuşlardır. Bir başka hadislerinde ise, “Allah sizin için bazı şeyleri farz kıldı; bunları yerine getirmeye çalışsın ve bazı şeyleri de haram kıldı; onlara yaklaşmayın. Bazı sınırlar koydu, onları aşmayın. Bazı şeyler hakında ise, söz etmedi, unuttuğundan değil; o halde böylesi şeylere dalmaya çalışmayın.” buyurmuşlardır. Yukarıdaki iki hadiste oldukça önemli bir konuda dikkat çekilmektedir. Muğlâk bırakılıp ayrıntıları açıklanmamış bazı şeyler ve hükümler vardır. Bu Kanun Koyucu’nun ayrıntıları ortaya koymayı ve bunları özelleştirmeyi unuttuğundan değil, fakat insanlar için geniş bir alan bırakmak amacıyla bunları sınırlamak istememesindendir. Bu yüzden, eğer bir kişi birbiri ardına gereksiz ve yersiz sorular sorar ve böylece sınırlamalar getirir, özelleştirmelerde bulunursa, insanları gereksiz güçlüklere iter. Aynı şekilde, “akıl yürütme” gücüyle ayrıntılar ortaya koymaya çabalar ve genelleri özelleştirmeden, belirsizleri belirlemeden rahat edemezse, müslümanları büyük bir şaşkınlığın içine yuvarlar. Sözgelimi, gayb ve ahiret hakkında ne kadar ayrıntıya dalarsak, o kadar şüpheler yaratacağımız gibi, aynı şekilde, hükümlerle ilgili olarak ne kadar sınırlamalar getirirsek, onları o kadar çok çiğneme durumu ortaya çıkacaktır. 117. Yersiz ve gereksiz soru sormakla küfre dalanlar Yahudiler idi. Önce, iman ve hükümlerin ayrıntıları konusunda gereksiz sorular sorarak kılı kırk yarmaya giriştiler. Ardından üzerlerine bu tür sınırlamaların konmasına yardım ettiler. Fakat bu sınırları çiğnediklerinden küfr ve itaatsizlik suçunu işlediler. Ne yazık ki müslümanlar da Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in uyarılarına rağmen adım adım Yahudileri izlemektedirler. 103 Allah Bahiyre’den Saibe’den Vasiyle’den ve Hâm’dan118 hiç birini meşru kılmamıştır. Ancak küfredenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. 104 Onlara “Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Peki, Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?. 105 Ey iman edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar Tümünüzün dönüşü Allah’adır. O, size yapmakta olduklarınızı haber verecektir. AÇIKLAMA 118. Bu ayette tanrılara vs. kurban adamak ve kurbanlık hayvanları serbestçe otlamaya bırakmak gibi bâtıl uygulamalar yerilmektedir. İslâm öncesi Arabistan’da bu tür hayvanlara değişik adlar verilir, özel işaretler konur ve onları herhangi bir işte kullanmak, yemek için kesmek, şu ya da bu biçimde kendilerinden yararlanmak haram sayılırdı. Bahîra, sonuncusu erkek deve olan beş yavrulu dişi deveye verilen addı. Kulağı yarılarak serbestçe dolaşmaya bırakılırdı. Bundan sonra kimse ne ona binebilir, ne sütünü içebilir, ne kesebilir, ne tüyünü kırkabilirdi. Her nerede isterse orada otlamasına ve her nereden isterse oradan su içmesine izin verilirdi. Saîbe, bir hastalıktan veya bir tehlikeden kurtulmak için yapılan adağı yerine getirmek için bir onur işareti olarak serbest bırakılan erkek veya dişi deveye verilen addı. Hepsi de dişi on yavrusu olan, dişi deveye de Saîbe denirdi. Vasîle, biri dişi olan ilk ikizlerden belli bir erkek keçiye teke verilen addı. İlk doğan yavrular tanrılar adına kurban edilirdi. Eğer ilk doğan yavru erkek olursa tabii. Fakat, ilk doğan yavrular ikiz olursa erkeği kurban edilmez ve Vasîle diye adlandırılarak, tanrılar adına serbest bırakılırdı. Hâm, torunu yetişip de binme çağına gelen erkek deveye verilen addı. Bu deve serbest bırakılırdı. Aynı ad, on tane yavrusu olup da serbest bırakılan deveye de verilirdi. 119. Her insanda görülen bir zayıflığa karşı bir uyarıdır bu. Bazı insanlar başkalarında bir hata görsek de eleştirsek diye bakar dururlar. Burada bu tür kişiler böylesi kötülüğe karşı uyarılmakta ve kendilerinden başkalarının inanç ve davranışlarını araştırıp eleştirmek yerine, kendi hareketlerine, işlerine, ahlak ve inançlarına dikkat etmeleri istenmektedir. Eğer bir insan Allah’a itaat ediyor, Allah’a ve insanlara karşı yükümlülüklerini yerine getiriyor ve faziletin, hayrın yerleştirilip, şerrin yok edilmesini de kapsayan hak ve takva yolunda gidiyorsa, o zaman bir başkasının sapkınlığı ve yanlışta oluşu hiç kuşkusuz kendisine zarar vermez. Bu ayetin anlamı, kişi yalnızca kendi kurtuluşunu düşünsün ve başkalarını düzeltmeyi bir yana bıraksın demek değildir. Hz. Ebu Bekir Sıddîk bir hutbesinde bu anlayışı reddetmiş ve şöyle demişti “Ey insanlar! Siz bu ayeti okuyor ve ona yanlış bir anlam giydiriyorsunuz. Bizzat ben kendim Hz. Peygamber’den şunu işittim İnsanlar münkeri görüp de onu ortadan kaldırmaya boş verdikleri, zalim bir kişinin zulmünü görüp de bunu önlemedikleri zaman Allah hepsini cezalandırabilir. Allah’a yemin ederim ki, marufu emredip münkerden nehyetmek üzerinize borçtur. Eğer bunu ihmal ederseniz Allah en kötü insanları üzerinize salar ve size zararlar verirler. Sonra iyileriniz dua eder de, Allah dualarını kabul etmez.” 106 Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyi şahid tutun.120 Veya yolculukta olup size ölüm musibeti gelip çatarsa, sizden olmayan başka iki kişiyi şahid İkisini Şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alıkoyarsınız, onlar da size “Akraba dahi olsa onu yeminimizi hiç bir değere değiştirmeyeceğiz ve Allah’ın şahidliğini gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz.” diye Allah adına yemin etsinler. 107 Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan iki kişi -ki bunlar buna daha hak sahibidirler- öbürlerinin yerine geçerler ve “Bizim şehadetimiz o ikisinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz” diye Allah’a yemin ederler. AÇIKLAMA 120. Yani, “dindar, muttaki, güvenilir” müslümanlar. 121. Bu, müslümanlar şahitler bulunmadığında, müslümanların gayri müslimleri şahit tutabileceklerini göstermektedir. 108 Bu, gerektiği gibi şahidliği yapmalarına veya yeminlerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının ve dinleyin. Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. 109 Allah, peygamberleri toplayacağı gün,122 şöyle diyecek “Size verilen cevap nedir?”123 Onlar da “Bizim bilgimiz yoktur; 124 şüphesiz görünmeyenleri gaybleri bilen Sen’sin Sen.” 110 Allah şöyle diyecek125 “Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde bir şeyi oluşturuyordun da yine iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, yine benim iznimle ölüleri hayata İsrailoğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan küfre sapanlar, “Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir” demişlerdi de İsrailoğullarını senden geri püşkürtmüştüm.” 111 Hani Havarilere “Bana ve peygamberime iman edin” diye vahy ilham etmiştim; onlar da “İman ettik, gerçekten müslümanlar olduğumuza sen de şahid ol” AÇIKLAMA 122. Ahiret günü, kıyamet günü. 123. Yani, “İslâm için çağrıya dünya ne cevap verdi?” 124. “Hayattayken çağrımıza verilen zahiri cevabı biliyoruz yalnızca. Gerçek cevap konusunda ise, onu yalnızca Sen bildiğin için bizim hiçbir doğru bilgimiz yoktur.” 125. Önce bu soru tüm rasûllere yöneltilecektir. Sonra her rasûl, tek tek şahitlik yapacaktır. Burada, Hz. İsa’ya sorulacak sorunun özellikle anılması konuya uygunluğu nedeniyledir. 126. Yani, “Ölümlerinden sonra Sen onları dirilttin, yeniden hayata getirdin.” 127. Yani, “Havarilerin lütfumuzla sana inanması, sana olan nimetlerimizden biriydi; aksi halde kimseyi küfürden döndürebilme gücüne sahip değildin sen.” 112 Havariler128 “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O da “Eğer inanmışlarsanız Allah’tan korkup-sakının” demişti. 113 Bu sefer Havariler “Ondan yemek istiyoruz, kalplerimiz tatmin olsun, senin de gerçekten bize doğru söylediğini bilelim ve buna şahidler olalım” demişlerdi. AÇIKLAMA 128. Bu olayın burada bir ara cümle ile anılması öğretilerini doğrudan doğruya O’ndan alan havarilerinin bile Hz. İsa’yı bir insan ve Allah’ın kulu olarak gördüklerini göstermek içindir. Onlar efendilerini hiç bir zaman bir ilâh veya Allah’ın ortağı ya da oğlu olarak düşünmüyorlardı. Bu yine göstermektedir ki, Hz. İsa da kendisini, kendinden hiçbir otoritesi olmayan bir kul olarak sunuyordu. “Burada sözü edilen konuşma kesilip, bu ara cümle ne münasebetle konmuştur?” diye düşünebilir ve sorulabilir. Bu soruya cevap vermek için, Ahiret günü yapılacak olan konuşmaya burada ders alsınlar ve doğru yolu seçsinler diye Hıristiyanların yararına olarak yer verildiğini göz önünde tutmak gerekmektedir. Bu aynı dersi vurgulamak için olayın ara cümle halinde anılması oldukça yerindedir. 114 Meryem oğlu İsa da “Allah’ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir bayram ve Sen’den de bir belge olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık vericilerin en hayırlısısın” demişti. 115 Allah demişti ki “Şüphesiz ben bunu size Artık sonra sizden kim küfre saparsa, ben onu gerçekten alemlerden hiç kimseyi azablandırmayacağım bir azabla azablandıracağım.” 116 Allah “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” dediğinde130 “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen’de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri gaybleri bilen Sen’sin Sen.” 117 “Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. O da şuydu Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim dünya hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen’din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.” 118 Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, hakîm olan da Sen’sin Sen.” 119 Allah dedi ki “Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.” 120 Göklerin, yerin ve içlerinde olanların tümünün mülkü Allah’ındır. O, her şeye güç yetirendir. AÇIKLAMA 129. Kur’an “sofra”nın maide gönderilip, gönderilmediği konusunda susar ve bu noktada hiçbir sıhhatli bilgi kaynağı yoktur. Sofranın gönderilmiş olması mümkündür. Ama yine aynı derecede ayet 115’te yer alan uyarıdan sonra havarilerin isteklerini geri almış olmaları da mümkündür. 130. Burada Hıristiyanların bir başka yargılarına işaret edilmektedir. Onlar Hz. İsa ve Ruhül Kudüs’ün yanısıra Hz. Meryem’i de ibadet edilecek bir nesne haline getirmişlerdi. Her ne kadar Kitab-ı Mukaddes’te bu doktrinden söz edilmiyorsa da, Hz. İsa’dan sonra geçen ilk üç yüz yıl içinde Hıristiyan dünyası bu akidenin bütünüyle dışındaydı. “Allah’ın annesi” sözü ilk kez İskenderiyeli bazı ilâhiyatçılar tarafından kullanıldı. Bu kelimelerin kamu vicdanında bulduğu cevap sert olduysa da, kilise önce doktrini kabul etme eğilimi göstermedi ve Meryem’e tapınmanın yanlış olduğunu ilân etti. Fakat daha sonra 431 Efes konsülünde “Allah’ın annesi” kelimeleri kilise tarafından resmen kullanıldı. Sonuç olarak, “Meryem’e tapıcılık” kilisenin hem içinde, hem de dışında büyük adımlarla yayılmaya başladı. O kadar ki, Kur’an’ı Kerimin iniş günlerinde “Allah’ın annesi”nin yüceltilişi Baba ve Kutsal Ruh’unkini gölgede bıraktı. Kiliselere heykelleri dikildi, kendisine tapınıldı, yalvarıldı ve ibadetlerde yakarıldı. Kısaca bir Hıristiyanın en büyük dayanak kaynağı “Allah’ın annesi’nin koruyuculuğunu elde edebilmek oldu. İmparator Jüstinyen kanunlarından birinde Hz. Meryem’in imparatorluğu koruyuculuğundan söz eder. Yine Jüstinyen yaptırdığı Ayasofya kilisesinin büyük mihrabına Onun ismini kazdırdı. Generali Narses savaş alanında Onun yönlendirmesine bakar. Hz. Peygamber’in çağdaşı İmparator Herakliyus bayrağında Onun resmini taşırdı ve kutlu, koruyucu niteliğinden dolayı bu bayrağın asla yere düşürülemeyeceğine inanırdı. Protestanlar reform’dan sonra Hz. Meryem’e tapıcılıkla ellerinden geldiğince savaştılarsa da, yine de Roma Katolik kilisesi hâlâ O’na şevkle sarılmaktadır. 44- Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler. buna göre insanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridir. 45- Tevrat'ta, yahudilere yazılı olarak bildirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralamalarda da karşılıklılık kısas ilkesi geçerlidir. Kim kısas hakkını bağışlarsa bu onun günahlarına kefaret olur. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler ise zalimlerin ta kendileridirler. Allah katından gönderilmiş her dinle amaçlanan, yaşama yön vermektir. Pratik, gerçekçi bir yaşam biçimi belirlemekdir. Allah'ın dine yüklediği misyon, insanların yaşam biçimlerini belirlemek, düzenlemek, yönlendirmek ve koruma altına almaktır. Dinler insanların, heykellerin, ikonların ya da mihrapların karşısına geçerek tapınmalarını sağlamak üzere, kişinin salt iç dünyasına yönelik olarak indirilmemiştir. İnsanların yaşamlarında ve onların iç dünyalarının eğitiminde bunların hiçbir önemi yoktur demiyoruz. Ancak bunlar, insanların yaşam biçimlerini belirleme, düzenleme, yönlendirme ve koruma altına alma konularında tek başına yeterli olamaz. İnsanların yaşamlarında pratik bir karşılığı olması gereken bir şeriat, bir düzen, bir sistem salt bunlar üzerine ikame edilemez. Bu saydıklarımızı insanlar, yasalar ve otorite çerçevesinde belirlerler. Yasalara ve otoriteye ters bir davranışta bulunduklarında bundan sorumlu tutulurlar ve belirli cezalara çarptırılırlar. İnsanların yaşamlarını en düzgün bir biçimde sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek bir kaynağa dayanması durumunda mümkün olabilir. Allah, insanların hareketlerine ve davranışlarına egemen olduğu gibi, onların yüreklerine ve içlerinde sakladıkları her türlü sırra da egemendir. O, insanların davranışlarının ve tutumlarının karşılığını, dünya hayatında, gönderdiği şeriata göre, ahiret hayatında ise yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir. Ancak otorite parçalanacak olursa... Anlayışlar farklı kaynaklarla temellendirilecek olursa... Allah'ın otoritesi sadece vicdanlara ve insanların iç dünyalarına indirgenerek, rejim ve yasalar konusundaki otorite Allah'ın dışında birine verilecek olursa... Ahiretteki ceza ve mükafatlar konusundaki otorite Allah'ın, dünyadaki cezalar konusundaki otorite ise bir başkasına ait kabul edilirse... İşte o zaman, insanlığın ruhu, farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki yöntem arasında parçalanmış demektir. İşte bu durumda insanların yaşamlarında aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar. Nitekim, Kur'an'da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki aksaklıklara ve bozukluklara işaret edilmektedir "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu" Enbiya Suresi, 22 "Eğer gerçek, onların keyfi arzularına göre belirlenseydi, gökler, yer ve oralarda bulunanlar bozulup giderdi." Müminun Suresi, 71 "Ey Muhammed! Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma."Casiye Suresi, 18 Bu nedenledir ki her din, insanlar için bir yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir. Dinin, belirli bir yöreye, bir ulusa ya da tüm insanlığa gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez. Her dinde, yaşama en doğru yaklaşımı sağlayacak bir inanç sistemi, insanların yürekleriyle Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet esasları ve bunların yanısıra, yaşamı biçimlendirecek bir şeriat söz konusudur. Bu üç açı, Allah'ın dininin temel direkleri konumundadır. Allah katından gelen her dinde bu saydıklarımız mevcuttur. Zira, insanlığın yaşamının sağlıklı ve düzgün bir biçimde olması, ancak yaşam düzeninin Allah'ın dinine göre belirlenmesi durumunda mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de ilk dinlerin içeriklerine ilişkin çeşitli göstergeler vardır. Belirli bir yörenin ya da ulusun mevcut düzeyiyle uyum içerisinde, belirli bir yöreye ya da bir ulusa gönderilmiş olan ilk dinler, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğü tam anlamıyla sağlamıştır. Buradaki ayetlerde, üç büyük dinde de yani yahudilik, hristiyanlık ve İslâm'da da söz konusu bütünlüğün tam anlamıyla mevcut olduğu dile getiriliyor. Ayetlerde önce, bu bölümde ele almakta olduğumuz Tevrat'tan söz ediliyor "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir." Tevrat, -Allah'ınindirdiği biçimiyle- yahudileri doğru yola iletmek, Allah'a ulaştıran yol ve yaşam süresince izlenmesi gereken yol konularında onları aydınlatmak üzere indirilmiş bir ilahî kitaptır. Bu kitap, tevhid inancını içermektedir. Kapsamlı bir ibadet sistemi içermektedir. Ve aynı zamanda bir şeriat içermektedir "Gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler." Bir inanç ve ibadet sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat'ı Allah, insanların salt vicdanları ve yürekleri için doğru yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu, bundan da öte aynı zamanda, pratik hayata Allah'ın sistemi doğrultusunda yön verecek ve yaşamı bu sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi hasebiyle, bu bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve ışık olması için indirdi. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Tevrat'la hüküm verirler. Onlar ona, kendilerinden birşey eklemezler. O kitap tümüyle Allah'a aittir. İlahlık niteliklerine ilişkin herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir istemi, bir otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur. -İslâm'ın özgün anlamı da budur zaten- O peygamberler, yahudilere Tevrat'a göre hüküm veriyorlardı. -Tevrat, sadece yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı- onların din adamları yani yargıçları ve bilginleri de yine Tevrat'a göre hüküm verïyorlardı. Zira onlar, Allah'ın kitabını korumakla ve onun doğruluğuna tanıklık etmekle yükümlüydüler. Nitekim, kendi yaşamlarını Tevrat'ın buyrukları doğrultusunda düzenleyerek, dindaşları arasında Allah'ın şeriatını hakim kılarak, söz konusu tanıklıklarının gereğini de yerine getirmekteydiler. Burada, Tevrat'a ilişkin ayetler noktalanmadan önce, Allah'ın kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu hükümleri verirken insanların arzularından, diretmelerinden, savaşlarından etkilenilmemesi için gereken özeni göstermeleri için müslümanların dikkatleri çekiliyor. Allah'ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada özen göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu konuda çekingen davrananlara gelince "İnsanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler." Yüce Allah, -her zaman ve her ulustan- kimi insanların, Allah'ın indirdikleri ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah'ın hükümlerine razı olmaya ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye kesinlikle yanaşmayacaktır. Burjuvalar, tağutlar, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran mirasyediler, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira Allah'ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş olduğu ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah'a ait olacaktır. Böylece, insanlar için Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan söz konusu kimselerin elindeki egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları düzene kendilerine maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta olan söz konusu kimseler elbette ki Allah'ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır. Çünkü Allah'ın şeriatı, onların zulüm üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının, yarmaladıkları malların esiri olanlar, ahlâkî çözülmeyi yaşayanlar, Allah'ın indirdiği hükümlerin yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir. Çünkü Allah'ın dini, onları bu niteliklerinden arınmaya zorlayacak, bunu yapmamaları durumunda ise onları cezalandıracaktır. Söz konusu kimseler, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, barışın yaygınlaşmasından rahatsız olduklarından dolayı, her türlü yola başvurarak, Allah'ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek için çabalayacaklardır. Allah, indirdiği hükümler yürürlüğe konmak istendiğinde, her cephede bu tür direnişlerle karşılaşılacağını biliyordu. Bu durumda, Allah'ın dinini sahiplenenlerin ve dinin doğruluğuna tanıklık edenlerin yapacağı iş, karşıt-güçlere karşı direnmek, onları göğüslemek, mal ve can pahasına da olsa mücadele etmektir. Allah, onlara hitaben diyor ki "İnsanlardan değil, benden korkunuz!" Onların, Allah'ın şeriatını uygulamaları dışında bir korkuları olamaz insanlardan. Bu insanlar ister, Allah'ın şeriatına boyun eğmemekte direten ve ilahlığın sadece ama sadece Allah'a ait olduğunu kabullenmeye yanaşmayan tağutlar olsun... İster, Allah'a isyan içerisinde olmakla birlikte, O'nun şeriatını kendi kişisel çıkarlarını korumak için kullanmakta olan kimseler olsun... İster, Allah'ın şeriatındaki hükümleri ağırlaştıran ve çarpıtan sapık güruhlar olsun... Her halukârda, durum değişmemektedir. Ayette kendilerine hitap edilenlerin, sözünü ettiğimiz kimselerden ve onların dışındaki insanlardan, yaşamda Allah'ın şeriatını hakim kılmak için didinme dışında korkmaları söz konusu olamaz. Asıl korkulması gerekenin, Allah olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Allah dışında hiç kimseden korkulmamalıdır. Yine Allah, kitabının koruyucuları ve kitabının doğruluğunun tanıkları durumundaki din bilginlerinden kimilerinin, dünya hayatının çekiciliğine kapılıp baştan çıkabileceklerini de biliyordu. Bu tür din bilginlerinden, Allah'ın hükümlerini istemeyen devlet yetkilileri, zenginler ve şehvet düşkünleri ile diyalog içinde bulunanlar ve de dünya hayatının cazibesine kapılarak onların yaptıklarına hiç ses çıkarmamayı yeğleyenler de olacaktır. Zaten bu tür yoldan çıkmış din adamlarına her zaman, her toplumda rastlayabilmek mümkündür. Nitekim bu tür din adamları yahudiler arasında da vardı. İşte Allah, böylesi bir tutum içerisine girmiş din bilginlerine diyor ki "Ayetlerimi birkaç paralık çıkarlarınız uğruna satmayınız." Burada suskun kalanlara, ayetleri çarpıtanlara, yamama fetvalar ürete bilmek için çaba harcayanlara sesleniliyor! Gerçekten de bu tür kimselerin, yaptıklarına karşılık olarak alacakları para ya da sağlayacakları çıkar ne olursa olsun, neticede bir "hiç"tir. Maaş, görev, makam, unvan, titır ya da birtakım çıkarlar uğruna, dini satıp bile bile cehennemi satın aldıkları düşünülürse, kazançları gerçekten de bir hiç değil midir? Bir emanet yüklenmiş kişinin, tutup ihanet etmesinden daha kötü bir şey düşünülemez. koruyucu konumundaki birinin, vurdumduymazlaşmasından daha korkunç birşey yoktur. Tanık konumundaki birinin, gerçeği. saptırmasından daha iğrenç bir şey olamaz. Ne var ki "din adamı" kisvesi altında pek çok kimse, dine ihanet etmekte, bu konuda vurdumduymazlaşmakta ve gerçekleri saptırmaktadır. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekirken, suskun kalmayı yeğlemektedirler. Yöneticilere hoş görünmeyi Allah'ın kitabına tercilı ederek, ayetleri çarpıtmaktadırlar... "Allah'ın indirdikleri ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendileridirler." Bu son derece kesin ve su götürmez bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak "men"in kullanılması ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir. Ayette herhangi bir kapaklık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür... Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık. Zira, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın ilahlığını reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir. Allah'ın ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir yandan, Allah'ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- sırf küfür kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman olduğunu savlamanın anlamı nedir? Son derece kesin olan bu hüküm konusunda demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil etmeye Çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da teviller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah'ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde değiştiremez. KISAS Allah'ın tüm dinlerindeki bu temel prensibin açıklanmasından sonra, Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki Allah Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler, gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları -Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatıyla- yahudiler arasında ondaki ayetlere göre hüküm versinler diye indirmişti "Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak indirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralanmalarda da kârşılıklı kısas ilkesi geçerlidir." Tevrat'ta belirtilen bu hükümler, İslâm şeriatında da aynen muhafaza edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm insanlığın şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların şeriatının da bir parçası olmuştur. Gerçi bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak sadece "daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira, "daru'l-İslâm" olmayan yerlerde, bu hükümleri uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak, madem ki İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman ve tüm insanlar için geçerli olacak bir şeriat olarak indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa olsun İslâmî bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu hükümleri yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür. Tevrat'ta da geçen bu hükümlere İslâm, bir hüküm daha ekliyor "Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur." Tevrat'ta bu hüküm yer alınıyordu. Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek, kısas hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına kefaret olması söz konusu değildi. Burada, kısas cezalarına bir parça da olsa değinmekte yarar var. Allah'ın şeriatında kısasla getirilen ilk şey, eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda ve cezada eşitlik prensibi esastır. İnsanların makamları, sınıfları, soyları, ırkları ne olursa olsun, onlar arasında cana canla ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi getirmek, can konusunda tüm insanları eşit kabul etmek, Allah'ın şeriatı dışında hiç bir şeriatta söz konusu değildir. Allah'ın şeriatında canın karşılığı candır. Gözün karşılığı gözdür. Burnun karşılığı burundur. Kulağın karşılığı kulaktır. Dişin karşılığı diştir. Yaralamalarda da karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir ayrım yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici, ister yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine uygulanacaktır. Çünkü her insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın şeriatı önünde, herkes eşittir. Allah'ın şeriatında getirilen bu yüce prensip, gerçekten de "insan"ın yeniden doğuşunu muştulamaktadır. Artık, her insan eşittir. Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı kanun ve aynı yargı huzurunda mahkemeleşme, ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde ödeşme imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar. Bu prensibi ilk kez İslâm getirmiştir. Asırlar boyunca beşer tarafından pek çok görece şeriatlar belirlenmişti. Bu şeriatlarda, kanun bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde bulunanlar olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi mümkün olmadı. Yahudiler, kendilerine indirilen Tevrat'ta da bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı. Kendileri ile diğer insanlar arasında bu yüce prensibi bir kenara bırakmışlardı "Ümmilere kendi dinimizden olmayanlara karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." Ali İmran Suresi, 75 diyorlardı. Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir kabileleri arasında olup bitenler bunun en güzel örneğiydi. Sonunda peygamberimiz geldi de onları tekrar Allah'ın şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü ve de perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki Benî Nadir arasında tam bir eşitlik sağladı. Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye, yaralamaya ya da onun bir organına zarar vermeye kalkışabilecek kişilere karşı, aynı zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas söz konusuysa, bunları yapmaya kalkışan kişi, böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda kalacaktır. Çünkü bilir ki karşısındaki insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı, ırkı ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki insana ne yaparsa, aynısı kendisine de yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki insanın elini ya da ayağını kesse, kendi eli ya da ayağı da kesilecektir. Karşısındakinin göz, kulak, burun ya da dişine zarar verse, kendi organının da aynı şekilde zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu suçları işlediğinde, sadece hapis cezasına çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda cezanın caydırıcılığı kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis cezası uzun olmuş, kısa olmuş birşey fark etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın verdiği acı kesinlikle eş değildir. Bunları, hırsızlığın cezasına ilişkin ayetin açıklanması sırasında da açıklamıştık. Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -yine insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- aynı zamanda, insanın öz benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz intikam tutkusunu yatıştıran bir hükümdür. Kimi insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya razı olabilirler. Ama kimi insanlar da acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da yapılmasıyla, yani kısasın uygulanmasıyla dindirebilirler. Allah'ın İslâm'la belirlediği şeriat -tıpkı Tevrat'la belirlediği şeriat gibi insanın doğasını gözeterek, kısas hakkını garanti altına almıştır. Ancak, insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına sahip olan kişileri, yine de bağışlamaya özendirir "Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur.." Kişinin kendi arzusuyla, kısas hakkını bağışlamasında durum bu şekildedir. İster bir yakını öldürülen kan sahibi olsun, Bu durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine diyet alması ya da hem kısas hem de diyet hakkından vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan sahibinin hakkıdır. Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona bırakılmıştır. Onun bağışlaması durumunda hükümdara düşen, kâtil için uygun bir tazir cezası belirlemektir. isterse yaralanmış durumdaki hak sahibi olsun, dilerlerse kısasın uygulanmasını istemeyebilirler. Kişinin, kısas hakkını bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına kefaret olur ve Allah, onun günahlarını affeder. Bu çağrı daha çok, insanları hoşgörü ve bağışlamaya, özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve bağışlamasına, eğitmeye yöneliktir. Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya da uğradıkları zarar sonucu duydukları acıyı, ne aldıkları tazminat ne de uygulattıkları kısas dindiremeyecektir... Öldürülen kişinin velisi, katili öldürtse bile, giden geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç, yeryüzünde azami düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu güvenlik altına almaktır. Bu durumu yaşayan bir kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır. Ancak bu acıyı, yüreğini, Allah katından gelecek karşılığa bağlamaktan başka hiçbir biçimde dindiremez... İmam Ahmed'in rivayetine göre "Vekî' ve Yunus bin Ebî İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle dedi "Kureyşli bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi. Muaviye de `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi kırılan kişi ikna olmuyordu. Muaviye bunun üzerine `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada, orada oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim `Bedeni zarara uğratılan bir müslüman eğer hakkını bağışlayacak olursa, Allah da onun derecesini yükseltir ya da bir günahını bağışlar'. Bunun üzerine Ensardan olan kişi de `Öyleyse bağışladım' dedi." İşte, kendisine Muaviye'nin tazminat olarak önerdiği karşılığı kabul etmeyip kısasta direten söz konusu kişi, bu hadisi duyar duymaz rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı olmuştu. İşte, yaratıkların, onların iç dünyalarındakï duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin derinliklerinde neler olduğunu ve nasıl huzur bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın şeriatı budur. O, belirlediği hükümleriyle, insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi en iyi biçimde sağlamaktadır. Aynı zamanda, Kur'an'ın da bir parçası haline gelen, Tevrat'tan bu parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm belirtiliyor "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler." Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor. Bu yeni nitelik, daha önce geçen "kafirler" biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı haketmekle ve -aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir. Gönderme yapılan nokta ve "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade eden şart edatı "men kim ki..." kullanılmış ve aynı noktaya gönderme yapılmıştır. ❬ Önceki Sonraki ❭ Your browser doesn’t support HTML5 audio إِنَّآ أَنزَلْنَا ٱلتَّوْرَىٰةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ ۚ يَحْكُمُ بِهَا ٱلنَّبِيُّونَ ٱلَّذِينَ أَسْلَمُوا۟ لِلَّذِينَ هَادُوا۟ وَٱلرَّبَّٰنِيُّونَ وَٱلْأَحْبَارُ بِمَا ٱسْتُحْفِظُوا۟ مِن كِتَٰبِ ٱللَّهِ وَكَانُوا۟ عَلَيْهِ شُهَدَآءَ ۚ فَلَا تَخْشَوُا۟ ٱلنَّاسَ وَٱخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا۟ بِـَٔايَٰتِى ثَمَنًا قَلِيلًا ۚ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ فَأُو۟لَٰٓئِكَ هُمُ ٱلْكَٰفِرُونَ İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûrnûrun, yahkumu bihen nebiyyûnellezîne eslemû lillezîne hâdû ver rabbâniyyûne vel ahbâru bimestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevûn nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâkalîlen ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul kâfirûnkâfirûne. Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. Allah’a teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir. Türkçesi Kökü Arapçası gerçekten إِنَّا biz indirdik ن ز ل أَنْزَلْنَا Tevrat’ı التَّوْرَاةَ onda vardır فِيهَا yol gösterme ه د ي هُدًى ve nur ن و ر وَنُورٌ hüküm verirlerdi ح ك م يَحْكُمُ onunla بِهَا peygamberler ن ب ا النَّبِيُّونَ öyle ki الَّذِينَ İslam olmuş س ل م أَسْلَمُوا kimselere لِلَّذِينَ yahudilere ه و د هَادُوا ve Rabbanilere ر ب ب وَالرَّبَّانِيُّونَ ve alimlere ح ب ر وَالْأَحْبَارُ dolayı بِمَا korumakla görevlendirildiklerinden ح ف ظ اسْتُحْفِظُوا مِنْ Kitabını ك ت ب كِتَابِ Allah’ın اللَّهِ idiler ك و ن وَكَانُوا onun üzerine عَلَيْهِ şahitler ش ه د شُهَدَاءَ فَلَا korkmayın خ ش ي تَخْشَوُا insanlardan ن و س النَّاسَ benden korkun خ ش ي وَاخْشَوْنِ وَلَا ve satmayın ش ر ي تَشْتَرُوا benim ayetlerimi ا ي ي بِايَاتِي bir paraya ث م ن ثَمَنًا azıcık ق ل ل قَلِيلًا ve kim وَمَنْ لَمْ hükmetmezse ح ك م يَحْكُمْ ile بِمَا indirdiği ن ز ل أَنْزَلَ Allah’ın اللَّهُ işte فَأُولَٰئِكَ onlar هُمُ kafirlerdir ك ف ر الْكَافِرُونَ Diyanet İşleri Başkanlığı Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. Allah’a teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir. Diyanet Vakfı Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat´ı indirdik. Kendilerini Allah´a vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi. Allah´ın Kitab´ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de onunla hükmederlerdi. Hepsi ona hak olduğuna şahitlerdi. Şu halde Ey yahudiler ve hakimler! İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah´ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. Elmalılı Hamdi Yazır Sadeleştirilmiş Gerçekten Biz, içinde bir hidayet, bir nur bulunan Tevrat´ı indirdik. Kendilerini Allah´a teslim etmiş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Bir de Allah dostları ve ilim adamları da Allah´ın kitabını muhafaza etmekle görevli olmaları ve üzerine şahit olmaları dolayısıyla onunla hüküm verirlerdi. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun ve Benim ayetlerimi birkaç paraya değişmeyin! Ey hakimler, her kim Allah´ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, onlar hep kafirlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat´ı, elbette biz indirdik. Müslüman olan peygamberler, yahudiler hakkında hükmederler, kendilerini Tanrıya adamış zâhitler, âlimler de, Allah´ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onunla hüküm verirler ve onun Allah´ın kitabı olduğuna şahitlik ederlerdi. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, âyetlerimi az bir paraya satmayın. Kim Allah´ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. Ali Fikri Yavuz Şüphesiz ki Tevrat’ı biz indirdik. Onda bir hidâyet, bir nûr vardır. Allah’ın emrine boyun eğen peygamberler, onunla Yahudi’ler arasında hüküm verirlerdi. Âlimler ve fakîhler de, Allah’ın kitabını korumaya memur olmaları ve üzerine şâhid bulunmaları itibariyle hükmederlerdi. O halde ey Yahudiler, Tevrat’daki âhir zaman peygamberine ait vasıfları açıklamak hususunda, insanlardan korkmayın; benden korkun. Benim âyetlerimi birkaç para menfaat karşılığında değişmeyin. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler. Elmalılı Hamdi Yazır Orijinal Filvakı´ biz Tevratı indirdik, onda bir hidayet, bir nur vardı, müslim olan nebiyyûn, Yehudîlere onunla hukmederlerdi, rabbaniyyun ve ahbar da, kitabullahın muhafazâsına me´mur edilmiş olmaları ve üzerine nâzır ve murakıb bulunmaları hasebile hukmederlerdi, artık insanlardan korkmayın benden korkun, benim âyetlerimi bir kaç paraya değişmeyin, ey hâkimler! Her kim Allahın indirdiği ahkâm ile hukmetmezse onlar hep kâfirlerdir Fizilal-il Kuran Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş Peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de Allah’ın kitabını hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi de Tevrat’a şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiç bir değerle değiştirmeyin; Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir. Hasan Basri Çantay Şübhesiz ki Tevrâtı biz indirdik ki Onda bir hidâyet, bir nur vardır. Kendisini Allaha teslim etmiş olan İsrâîl peygamberler i, Yahudiler e âid da´valarda onunla hükmeder ler di. Âlimler, fakıyhler de Allahın o kitabını hıfza me´mur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi de onun Allah tarafından gönderilmiş olduğu üzerinde bil´ittifak şâhid idiler. O halde ey Yahudiler siz insanlardan korkmayın, benden korkun. Benim âyetlerimi az bir bahaya hasîs menfaatlere satmayın. Kim Allahın indirdiği hükümler le hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. İbni Kesir Doğrusu Tevrat´ı Biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah´a teslim etmiş peygamberler, yahudi olanlara onunla, Rabb´a kul olanlarla bilginler de Allah´ın kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Ve ona şahid idiler. İnsanlardan korkmayın da Ben´den korkun. Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim de Allah´In indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafirlerin kendileridir. Ömer Nasuhi Bilmen Muhakkak Tevrat´ı Biz indirdik, onda bir hidâyet ve bir nûr vardır. Müslim olan nebiler onun ile Yahudilere hükmederlerdi. Din alîmleri, fakihler de Allah Teâlâ´nın kitabını muhafazaya memur olmaları sebebiyle onunla hükümde bulunurlardı. Ve onlar o kitap üzerine şahitler idiler. Artık nâstan korkmayın, Benden korkunuz ve Benim âyetlerim ile az bir bedel satın almayınız ve her kim Allah Teâlâ´nın indirmiş olduğu ile hükmetmez ise işte onlar kâfirdirler. Tefhim-ul Kuran Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hümederlerdi. Bilgin-yöneticiler Rabbaniyyun ve yüksek bilginler de Ahbar, Allah´ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından onunla hükmederlerdi. Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah´ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır. DOWNLOAD OPTIONS download 1 file ITEM TILE download download 129 files OGG VORBIS Uplevel BACK download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download 1 file TORRENT download download 1 file VBR M3U download download 258 files VBR MP3 Uplevel BACK download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download 129 files WINDOWS MEDIA AUDIO Uplevel BACK download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download download 780 Files download 134 Original SHOW ALL

maide 44 tefsiri ibni kesir